Türkiye coğrafyasının bütünlüğü veri alındığında Kürtlüğün bir alt kimlik olduğu düşünülür. Ancak uzun süreli çatışma ortamı bölgede Kürtlüğü bir ‘üst kimlik' haline de dönüştürmüş.
Bu durum Kürt kimliğinin Türkiye coğrafyasını aşarak hem Müslüman hem de bazı bölgeleriyle ‘Kürt' olan Ortadoğu ile buluşmasını ima ediyor. Bugün her politik Kürt'ün kafasında Ortadoğu'ya yayılan genel bir Kürtlük mevhumu var. Ancak bu tahayyülün pratikteki karşılığı son derece zayıf. Nitekim şu an itibarıyla özerk bir bölge yönetimi oluşturan ve meşruiyet temeli epeyce sağlam olan Irak Kürdistan'ı ve Barzani bile Türkiye'deki tartışmaların parçası değil. Muhtemelen şaşırtıcı bir gözlem, ama Güneydoğu'daki temasların hiçbirinde tek bir kişi bile Irak Kürdistanı'nı Kürt meselesinin çözümü bağlamında dile getirmedi. Bunun esas nedeni söz konusu meselenin tümüyle PKK odaklı olması gibi gözüküyor. Bir yandan Ortadoğu'nun bu süreçte ana belirleyici olduğu tespiti yapılıyor, diğer yandan klasik demokratik taleplerin sıralanması ‘çözüm' olarak sunulabiliyor. Bu ikisi arasında bir bağlaç olabilecek ‘statü' kavramı ise giderek esnek bir ‘kendini yönetme arzusuna' evriliyor. Diğer bir deyişle çözüm süreci beklentileri ‘içeriye' çevirdiği ölçüde, PKK da herkes için çok daha önemli ve anlamlı bir aktör olmuş durumda. Bugün bölgede silaha karşı olanlar PKK'ya ‘siyaseten' karşı değil. PKK'ya karşı olanlar ise, çözümün olmasa bile, silahın bırakılması anlamında barışın onunla yapılıyor olmasına karşı değil... Bu dönüşüm dinamiği açısından Öcalan'ın olumlu bir rol oynadığının altını çizmek lazım. Bir açıdan bakıldığında Öcalan, mutlak iktidarı elinde tutan ve kendi kitlesine yönelik toplumsal mühendislik projelerini zorlayan bir lider. Ancak bu projelerin felsefi ve ideolojik ‘aorası', örneğin çevre ve kadın temalarını öne çıkararak aynı otoriterliği yumuşatıyor. Öte yandan bu söylem örgütün elinde somut kurallara ve yapılanmaya dönüştüğü ölçüde yeniden otoriterleşiyor. Böylece sadakatin ve bedel ödemenin kariyer ürettiği bir sosyalleşme, katı hiyerarşik bir teşkilatlanma ve klişelere indirgenen bir ideoloji ortaya çıkıyor. Ancak bu iki otoriterlik konumu mutlak gerçeklikler olarak yaşanmadığı gibi, birliktelikleri de esnek, pragmatik ve her an değişime hazır bir varoluş imkânı yaratmakta. Nitekim Kürt siyasetinin içinde hayat, herhangi bir otoriterliğin ima ettiğinden çok daha karmaşık ve zengin. Yaşam pratiği bugün epeyce çoklu, farklılaşmış ve dışa açık bir PKK'lı kimliği üretmiş durumda. Barış ortamının bu PKK'yı halk nezdinde daha da normalleştirmesi, silahsız bir PKK'ya katılım isteğinin eskisinden daha fazla olması doğal. Buna karşılık PKK'nın kent demokrasisine uyum sağlayamaması halinde, böyle bir teveccühün gelişmeyeceği de öngörülebilir. Örneğin meslek odası seçimlerinde PKK'nın elindeki tahakküm gücüne dayanarak ‘kendi listesini' dayatması, bölgede bir ‘bahar' itirazını hareketlendirebilir.
Çözüm süreci PKK'yı daha etkili bir aktör kılarken, onu tüm bölge nezdinde bir ‘muhatap' da yapıyor. Diğer bir deyişle süreç içinde nasıl davrandığına göre, yöre halkı PKK'yı bir tür ‘iktidar' gibi görecek ve eleştirecektir. Örgütün kendi ideolojisini aşan hassasiyetleri kuşatamaması halinde, siyaseten yıpranması ise kaçınılmaz olur. Her halükârda çözüme gidiş, devletin bu süreci PKK bağımlı olmaktan çıkarmasına, yani onun riskini almamasına ve siyasetin dışında bir bakış da geliştirerek, Kürtleri bir bütün olarak ‘anlamasına' bağlı gözüküyor. Bu bağlamda en büyük endişenin devletin Kürtleri kandırıp kandırmadığı olduğu unutulmamalı... Kürtlerden sürekli fedakarlık istendiği duygusunun çok yaygın olduğu ve bu kez eğer gerçekten bir ‘çözüm' olacaksa, sırf Kürtler için bazı adımların atılmasının son derece tedavi edici niteliği bilinmeli...
Bu meseleye bölgenin dışından bakanların en azından üç gerçeği akılda tutmalarında yarar var: Birincisi, Kürtlerin önemli bir kısmı yıllarca süren bu savaşa yoksullaşacaklarını, acı çekeceklerini, öleceklerini bilerek destek verdiler. Üstelik bu dönemde aşağılanmaya uğramaya devam ettiler. İkincisi bugün bölgede yetişen Kürt gençlerinin birçoğu artık ülkenin geri kalanına ve ‘Türklere' ihtiyaç duymadan kendisine bir ‘dünya' yaratabiliyor. Üçüncüsü, diyaspora Kürtleri ile bölge arasında kaçınılmaz bir entelektüel bağ kuruluyor. Bunların anlamı ülke bütünlüğünün ancak hakların kabulü ve hakiki bir eşitlikle sağlanabileceğidir. Aksi halde ülkeyi bölecek olan ‘Türklerin' basiretsizliği olur...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.