Son dönemlerde coğrafyamızda gündem çok hızlı şekilde akıyor. Yerel seçimler sonrası Soma fâciası, ardından Cumhubaşkanlığı seçimine kilitlenen Türkiye, Kürt sorununda çözüm sürecinde gelinen nokta, devam eden Suriye olayları ve en son IŞİD'in Irak'taki operasyonları, Musul, Tikrit gibi önemli merkezlerin bu örgütün kontrolüne geçmesi... Tümü yoğun ve karmaşık fırtınalı bir amosferin hakim olmasına yol açıyor. Türkiye gibi, Ortadoğu'dan Avrupa'ya uzanan çalkantılı bir coğrafyada uzun süreli sakin ve huzurlu bir ortam hayal etmek zor elbette. Ancak, zaman zaman sıkıntı ve felaketlere dönüşebilen olaylar zincirinden hasarsız veya en az hasarla sıyrılabilmek siyasal ve toplumsal bazda optimum hedefimiz olmalı. İdareci ve siyasetçiler için başarının sırrı da buradadır.
Üç yılı aşkındır Suriye'de süregelen olaylar bir bölge trajedisi olarak devam etmektedir. 150.000'i aşkın insanın hayatını kaybettiği süreli olaylar zinciri, yanı sıra bölgedeki birçok toplumsal/siyasi fay hatlarını tetikleyen bir âmil olarak işlev görmektedir. Bugüne değin Suriye olayları ile ilgili defaatle yazılar kaleme aldık. Bu süreçte gelinen nokta, bir yol ayırımı. Suriye'deki trajedinin, ateşkes sağlanması seçeneği başta olmak üzere, bir an önce hiç vakit kaybettirilmeden sona erdirilmesi hayati bir ehemmiyeti haizdir... Ancak, zaten yaklaşık iki yıldır, Irak'ta kurulup Suriye'ye uzanan, Rakka, Tedmür, Deyrezor gibi önemli bölgeleri ele geçirmiş olan, IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti) örgütü, son bir haftada Irakta tekrar hareketlenerek hızlı şekilde Musul başta olmak üzere birçok bölgeyi kontrolü altına aldı. Ortadoğu'daki olaylar çok daha çetrefilli bir hal aldı. IŞİD'ın katı Selefî/Vahhâbî karakterli bir örgütlenme olması Körfez ülkelerindeki bir kısım iş adamlarının desteğine sahip olması, yanı sıra Deyrezor, Rakka ve Irak'taki, Düleymiler, Ubeydiler gibi, Irak'ın siyasi sürecinden uzak tutulup, ötekileştirilen, Sünni Arap aşiretlerinin desteğini de alması kısa zamanda yaygın bir güce kavuşmasına yol açan nedenlerdendir. Ancak, IŞİD'ın bu hızlı çıkışı ve hakimiyet alanı kurması, Afganistan'da Tâlibân'ın birkaç yıl içinde örgütlenip, 1994'te hızla Afganistan'ın büyük bölümüne hakim olması ile şaşırtıcı benzerlikler göstermektedir. Bu tarihte Afganistan'da birbirleri ile savaşan mücahid grupları tasfiye ederek ülkenin Penşir bölgesi hariç egemen olan Tâlibân hareketi ülkede, Üsâme Bin Ladin'in desteği ile acımasız/merhametsiz bir idare tesis eder. 11 Eylül'den sonra ise uluslararası müdahalenin de zeminini oluşturur. Çok daha gerilere gideceksek, Hâriciliğin, Hâricî akım ve hareketlerin çıkışı ile de ciddi benzeşme içindedir. Bu tür hareketler, var olan ihtilafları, haksızlıkları, istikrarsızlıkları, dahası fitne ortamını sona erdirmeye matuf, bunu amaçlayan hareketler gibi görünse de, tarihimiz boyunca Ümmet içinde çok daha korkunç ve kalıcı fitne, kaos ve istikrarsızlıklara yol açmış ve yol açmakta, tahrip kalıpı etkisi göstermektedir. Hâricî, katı Selefî/Vahhâbî karakterli hareketlerin tümünde bu süreç ve sonuçlar gözlemlenmektedir. Burada, bölgenin mevcut siyasal-sosyal iç dinamiklerinin yanı sıra, dış dizayn/design müdahalelerinin etkisi de çok açık. Irak ve Suriye'den birkaç ayrı bağımsız devlet oluşturma projesi. İster komplo teorisi denilsin, ister denilmesin, yıllardır bunu öngörenlerden birisiyim. Bu saatten sonra, konfederasyon/federasyon şeklinde de olsa, şimdiki sınırlara sahip bir Irak devleti fiili olarak imkansız hale getirilmiştir. En az üç ayrı üniteye bölünmüş bir Irak var artık. İkincisi, bunun yol açacağı Sünni-Şii çatışması ve bunun bölgesel yaygınlık kazanmasının ayak sesleridir. Zira, uzun süredir, Sünnî dünyada, Hicâz'ın konumu ve Hâricî/Katı Selefî karakterli siyasi hareketlerin oluşturduğu etkilerle; Sünnîlik/Sünnî dünya âdeta Selefî/Vahhâbî anlayışın tekeline girmiş durumdadır. Sünnî dünyayı, gelenekten gelen Ehl-i Sünnet ekolünü temsil edecek hemen hemen tüm kurumların yüzyıldır, özellikle Türkiye Cumhuriyetinin eliyle sekülerleşme/laikleşme adına tasfiye edilmiş olması, çok ciddi bir dini otorite ve temsil boşluğu oluşturmuştur. Aynı, zamanda Arap ülkelerinde, önce İngiliz, Fransız manda yönetimleri, ardından Mısır, Suriye ve Irak'ta sosyalizm soslu seküler Arap milliyetçiliğine dayalı askeri yönetimler bu üç ülkedeki dini yapı/kurum ve otoriteleri oldukça zayıflatmışlardır.
Sünnî olarak nitelendirilen bölgeler ve ülkelerde dini alan ve otorite, Hicâz'ın konumunun etkisi ve katı ideolojik Selefiliğin etkisindeki siyasal İslamcı hareketlerin de etkisi ile Hârici zihniyetli katı Selefi anlayışın etkisine girmiştir. Daha da ötesi, artık katı Selefi/Vahhâbî anlayış, Sünniliğin/Ehl-i Sünnet'in temsilcisi olma konumuna yükselmiştir. Bu da, Sünni ve Şiî toplulukların birarada, ya da yakın yerlerde yaşadığı bölgelerde fay hatlarını tetiklemekte, gerginlik ve çatışmaları artırmaktadır. 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasından bu yana, şöyle ya da böyle, Sünni ve Şii âlemi arasındaki, zaman zaman oluşan gerilimlere rağmen, süregelen dengelere dayalı genel çatışmasızlık durumu son gelişmelerle sona erdirilme eğilimi göstermektedir. Yemen'de olduğu gibi. Yemen'in kuzeyindeki Saâde bölgesinde aslen Zeydî olan Husîlerin son 20-30 yılda, İran'la oluşan bağların etkisi ile Zeydi mezhebini bırakıp, İsna-Aşeriyye-Ca'feriyye mezhebini kabul etmeleri ve bu çerçevede örgütlenmeleri sonucunda bugün de süregelen çatışmalar patlak vermiştir. Yemen'deki Sünnî-Şafiiler ise son 30-40 yılda Suûdî Arabistan'ın Selefîlik/Vahhâbilik propagandası etkisiyle, büyük çoğunlukla Selefî/Vahhâbî çizgiyi benimsemişlerdir. Bu şekilde Husî hareketi bağlamında oluşan İsna-Aşeri-Ca'ferî topluluğu ve Suudi Arabistan'ın etkisi ile Şafiiler arasında yaygınlaşan Selefî/Vahhâbîlik önü alınmaz gerilim ve çatışmaların kaynağını teşkil etmekte ve bu fay hattını ve çatışmaları diri tutmaktadır.
Devam edeceğiz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.