Türkiye’de makaranın başa sarıldığına ilişkin kanı giderek güçleniyor. Geçen 10 yıl içinde demokrasiye doğru ağır ama görece istikrarlı bir yürüyüş gerçekleştiren Türkiye, gelinen aşamada yeniden bir belirsizlik tüneline girmiş görünüyor.
Demokrasi konusunda evrensel hukuku ilke edinmeyen, hak ve özgürlükler alanındaki kazanımlarını köklü ve kurumsal güvencelere bağlamayan bir ülkede sağlanacak istikrarın güçlü ve kalıcı olması beklenemez. Tıpkı şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi.
Türkiye toplumu geçen dönemde küçümsenmeyecek deneyimler yaşadı. Elbette söz konusu deneyimlerin yol açtığı değişim ve dönüşümün etkisini tümüyle yok etmek ya da yaşanmamış saymak imkansız. Ama son dönemde yaşananlara bakıldığında, bin bir emekle kotarılan demokratik mevzilerin bir toz duman perdesi altında kaldığı da apaçık ortada.
En başta, geçmişte demokrasi hedefi ve yeni bir anayasa konusunda oluşmuş toplumsal mutabakat artık yok. Toplumu yeni bir gelecek yönünde motive eden Avrupa Birliği perspektifi kaybedildi. 12 Eylül 2010 referandumunda askeri vesayetin kırılması paydasında oluşan ittifak, şimdi kendi içinde ciddi bir biçimde parçalanmış durumda. Gezi olaylarıyla başlayan kutuplaşma, iktidar ve muhalefet liderlerinin tahrik edici söylemleriyle daha da derinleşmekte.
Kriz çok boyutlu
Hükümet sağduyu ve kontrolünü kaybetmiş görünüyor. Türkiye’nin her alanda bir krize doğru sürüklendiği artık bir sır değil. Söz konusu olan tek boyutlu değil; aynı zamanda toplumsal, hukuki ve ahlaki boyutları olan bir krizdir. Hükümetin içinde bulunduğu ruh hali yaşanan krizin topyekun bir siyasal krize dönüşmesine davetiye çıkartacak cinsten.
17 Aralık soruşturmalarından bu yana devletin kurumları işlemez hale geldi. Hükümet bu alanda keyfi bir uygulamayla yargıyı yürütmeye bağladı. Emniyet örgütü ile hallaç pamuğu gibi oynandı. İnternet konusunda otoriter yönetimlere özgü tedbirler gündeme taşındı.
Hükümet-Cemaat kavgasının bir parçası olarak her gün ortaya dökülen gizli dinleme kasetleri sadece siyaset kurumunu aşındırmakla kalmamakta, aynı zamanda bir ahlak ve moral krizine yol açarak toplumdaki güven duygusunu tahrip etmektedir.
Hükümet, Gülen Cemaatiyle tutuştuğu kavgada üstün gelmek için Ergenekonculardan medet umacak kadar kontrolünü kaybetti. AKP’nin söz konusu ilkesiz ve panik tutumu nedeniyle Ergenekon davasının arkasındaki siyasi destek çökme noktasına geldi. Söz konusu siyasi desteğin ortadan kalkmasıyla birlikte Ergenekon ve Balyoz davalarında askeri darbe suçundan yargılanıp yüksek cezalar alanların çoğu cezaevinden serbest bırakıldı.
Darbe suçundan ceza almış kişiler sadece serbest bırakılmakla kalmamış, aynı zamanda siyasetin yaşadığı kriz, daha da önemlisi hükümetin sergilediği zafiyetten cesaret almış görünüyorlar. Kaldıkları yerden yola devam edecekleri yönündeki tehditleri bunun göstergesi. Sayıştay ve Zirve Kitapevi katillerinin serbest bırakılması ise sadece bir hukuk skandalından ibaret değil. Bu durum her türlü adalet duygusu ve ilkesinin de çiğnenmesine yol açtı.
Birkaç yıl öncesine kadar askeri darbe tehdidinin ortadan kalktığı konusunda hiçbir şüphesi kalmayan toplumun, son dönemde olup bitenler karşısında ne hissettiğini tahmin etmek güç değil. Gelinen aşamada Türkiye’nin daha güvensiz bir ülke haline geldiğine kuşku yok.
Mevcut tablo içinde toplumu gelecek yönünde birleştirip harekete geçirecek moral değerler her geçen gün biraz daha aşınıyor, siyasal zemin giderek kırılgan hale geliyor. Daha da kötüsü yakın bir gelecek bakımından demokrasi hedefi kararmış durumda. Demokrasi umudunu fiile geçirecek yeni bir anayasa yapımı başka bir bahara kaldı. Bu koşullarda Kürt sorununun çözümü yönünde ne kadar yol alınabilir? Bu alanda gidilecek yolun esas olarak Türkiye’nin demokratik ve çoğulcu bir hukuk devleti olarak yapılanmasıyla yakın ilişkili olduğu ortada.
30 Mart seçim sonucu bu tabloda ciddi bir değişikliğe yol açabilir mi? Bu oldukça zor, ancak imkansız değil. Mevcut siyasal aktörlerden ve bunlara dayalı siyasi denklemden çözüm çıkması mucize olur. Türkiye’nin gerçek anlamda demokrat ve özgürlükçü bir anlayışa ihtiyacı var. Bu ise böyle bir anlayışa sahip yeni aktörlerin devreye girmesi ile mümkün.
Babaların dersi
Gezi olaylarında yaralanan ve 9 aydır komada yatan 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın ölümü, yol açtığı derin acı kadar toplumdaki kutuplaşmanın boyutlarını da gözler önüne serdi. Bu acı olay, hem hükümetin Gezi olaylarından bu yana sergilediği öfkeli tutumun trajik sonuçlarını hem de muhalefetin sorumsuz ve fırsatçı yaklaşımını açığa çıkardı.
İstanbul Okmeydanı’nda 21 yaşında genç Burak Can Karamanoğlu’nun silahla vurularak öldürülmesi ise Türkiye’nin ne tür bir provokasyonla karşı karşıya olduğunu gösterdi. Provokatörler, fırsatçılar, toplum mühendisleri değişmemişti.
Öte yandan iki genç insanın ölümü toplumda derin bir acı ve yarılmaya yol açmışken, siyasi liderler meydanlarda birbirlerine küfür ve hakaretler yağdırmaya devam ediyordu. Dahası ölenlere ve ailelerine saygısızlık edecek kadar akıl ve vicdanlarını yitirmişlerdi.
Ama çok şükür ki toplum eski toplum değil. Toplumun her şeye rağmen bir hafızası var ve bu hafıza siyasilerinkinden daha sağlıklı.
Ve insanlık dersi veren babalar oldu yine. Onlar acılarından süzerek verdikleri kardeşlik mesajlarıyla gelecek için bir umut ışığı yaktılar. Onlar canlarını yitirmiş, ama akıl ve vicdanlarını siyasiler gibi kirletmemişlerdi.
Berkin babası Sami Elvan ile Burak Can’ın babası Halil Karamanoğlu, dünyanın en kahredici evlat acısı içinde bile vakur, olgun ve örnek bir yurttaş tavrı sergiledi. Siyasilerin tuzağına düşmediler, kamplaşıp saldırmadılar birbirlerine. Aksine barış ve kardeşlik mesajı verdiler, acılarını ortaklaştırdılar.
Siyasiler tutuşturdukları yangına benzin dökerken, babalar, bize birlikte bir gelecek kurmanın mümkün olduğunu gösterdi.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.