Din üzerinden İslamı, millet üzerinden de Kürtleri reddederek kurulan Türkiye’deki hakim rejim, cumhuriyet tarihi boyunca birçok kesimle çok ciddi sorunlar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.
Bütün felsefesini resmi ideolojinin ”inkar” ve "kabul"leri üzerine kuran bu rejim, karşısına çıkan hiçbir muhalif görüşe yaşam hakkını vermedi. Bu resmi ideolojiye karşı çıkanlar veya tehlike olarak görülenler peyderpey en acımasız şekilde cezalandırıldı. Cumhuriyetin egemenleri tarafından öldürülen, sürülen, hapsedilen ve varlıklarına el konulan bu mağdurların çığlıklarını şimdiye kadar kimse duymadı.
Kimisi bu mağdurlarca atılan çığlıkların sahiciliğine inanmadı, kimisi de inanmak istemedi. Vicdanlarını kaybetmiş bir takım insanlar da devlete tehdit oluşturduğuna inandığı bu insanların bu acıyı hak ettiğini düşündü.
Mevcut rejimi olduğu gibi kabul edenler sistemle hiçbir sorun yaşamadan rejimin kendilerine sunduğu bütün nimetlerden faydalanmalarına karşılık muhalefet edenlerin nimetlenmek bir tarafa çoğu zaman varlıkları bile ellerinden alındı.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren üstad Bediüzzaman’ın ve başkaca birkaç alimin daha çok toplumu dönüştürmeye yönelik ferdi muhalefetini bir tarafa koyarsak, İslami camianın rejime yönelik ciddi bir muhalefet yaptığını da göremeyiz.
Son birkaç dönemdir de İslami görüşe sahip partilerin iktidara gelmesi sonucu İslami camianın rejime bakışında ciddi anlamda bir yumuşama olmuştur. İdarede müslüman kimliği ön planda ve hanımları örtülü olan bir Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu vardır. Bu manzara, rejimin mevcut haline birçok Müslümanın nazarında bir meşruiyet kazandırıyor ve geçmişe göre daha çok rejimi sahiplenmeye kadar götürüyor.
İslami kesimin sistemle olan bu kısmi barışına karşılık Kürtlerin sistemle olan problemi devam ediyor ve cumhuriyetin başlangıcından yakın zamana kadar Kürt meselesinde yeteri kadar bir yumuşama görülmemiştir. Cumhuriyetin kendilerine dayattığı “inkar” siyasetine karşı Kürtler dönem dönem ciddi direnişler ve başkaldırılar gerçekleştirmişlerdir. Böylece süreç içinde Kürtlerle bir çok kez yüz yüze gelen bu devlet, onlara çok ağır bedeller ödetmiştir.
Yukarıda da belirtiğim gibi, şu ana kadar Kürtlerin ve diğer kesimlerin anlatımlarına Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde hakim rejimin egemenleri ve yandaşları itibar etmedi. Bu aldırmaz ve vurdumduymaz tavır direkt mağdurların kimlikleriyle ilgilidir. Ağlayanlar bu rejimce dışlanan Kürtler, dindarlar, Aleviler, Ermeniler veya başka mağdurlar olunca onlar da gözler bu vahşetlere kapanmıştır.
Ancak hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor. Türkiye son dönemde geçmişindeki birçok kirli ve karanlık olayla geç de olsa yüzleşeceği sinyallerini veriyor. Son yirmi yıl içinde dünyada ve buna paralel olarak da Türkiye’de gelişen olağanüstü teknolojik imkanlar da bu yüzleşmeyi zorunlu kılıyor. Bu nedenle son yıllarda mağdur edilen kesimler biraz daha yoğun bir şekilde kendi sıkıntılarını dile getiriyorlar.
Biliyorsunuz son birkaç gündür bir Dersim tartışmasıdır sürüp gidiyor.
Senelerdir kendi baba ve dedelerinin acılarını dille getirdiği halde bir Başbakan’ın özrü kadar etkili olamayan bir Dersimliler gerçeği var karşımızda.
Düşünün örgütlü ve kültürlü bir yer olan Dersimlilerin onca ağlamasına kimse inanmamış veya inanmak istememiş…
Bu inanmamanın arka planında Dersim’in Kürt ve Alevi olması çok etkilidir…
Cumhuriyet tarihi içinde şimdiye kadar Kürtlere ve diğer muhalif kesimlere yönelik yapılan bu zulmü kabul etmeyen resmi anlayışın temsilcileri, son dönemde gelişen özgürlük ortamında mızrak artık çuvala sığmayınca kendileri de gerçekleri dillendirmek zorunda kaldılar.
Geleneğinde pek de özür dileme kültürü olmayan bir devletin bu özrü elbette ki önemlidir. Ancak Başbakan’ın bu konuda ne kadar samimi olduğunu zaman gösterecek. İş sadece özürle kalmamalı ve iç siyasi çekişmelere de alet edilmemelidir.
Kimse Türkiye’den Osmanlı döneminde yapılanlar için özür dilemesini beklemiyor. Türkiye Cumhuriyet döneminde ise mağdur olan bütün kesimler devletin yöneticilerinden samimi bir özür bekliyor ve bu özrün gereği yerine getirilsin istiyor.
1925 yılındaki Şeyh Said hadisesinden sonra hakim rejim ülkeyi açık bir hapishaneye çevirmiş ve o zamandan sonra kendine tehlike olarak gördüğü unsurlara kan kusturmuştur.
Dersim Türkiye’de yaşanan en trajik olaydır ancak bu ülkede benzeri daha birçok trajik olay vardır.
1925 yılındaki Şeyh Said hadisesi, 1930 Ağrı harekatı ve 1937-38 yıllarındaki Dersim Harekatlarının döneminde yapılan ağır tahribat, zulüm ve katliamları kim biliyor?
1930’lı yıllarda Zilan’da yapılan katliamı ve Şeyh Said hadisesi sonrasında kurulan İstiklal Mahkemelerinde yapılanları da kamuoyu bilmiyor.
Zorunlu iskana tabi tutulup mallarına el konulan insanları, azınlıklara uygulanan insanın vicdanını karartan zulümler, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları ve daha bunun benzeri bir çok olay vardır.
Menemen olayı, İskilipli Atıf Hocaya ve onun benzerlerine uygulanan zulüm kanunları bir bir kamuoyunca bilinmelidir.
Kürt coğrafyasında pek de bilinmeyen sayısız olay vardır ve bu olaylarda birçok kişi yargısız infazlara kurban gitmiştir. Meydana gelen bu olaylara dair sayısız “kılam” dediğimiz sözlü anlatımlar vardır.
Meşhur Diyarbakır cezaevinde işlenen insanlık dışı suçlar ve 1990’lı yıllardaki faili meçhul olaylarda da şu ana kadar devlet rolünden dolayı kendini hesaba çekmiş değildir.
Bütün bunlar ve daha buna benzer olaylar Türkiye’nin kirli ve karanlık geçmişidir. Gerçek anlamda bir barış ancak Türkiye’nin kendi karanlık ve kirli geçmişiyle yüzleşmesinden geçer. Kimse bugün intikam peşinde değildir, olmamalıdır da. Geçmişte yaşananlardan dolayı bugünkülerin bir günahı yok. Ancak onların bugün yaşayan torunları dedelerinin adına samimi bir özür dilemeliler ve mağdurların torunları bugün ne istiyor bunu da onlara sormalılar...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.