Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş gibi aynı kuşağı temsil ettiğimiz İslamcı kesimin kadın yazarlarının son günlerdeki Çamlıca'daki camiden, kürtaja birçok noktada yoğunlaşan itirazlarını dikkatle okuyorum. Özellikle de Ramazanoğlu'nun "gardırop Müslümanlığı" tanımlamasını "Müslümanlık" anlayışımızın geldiği noktayı doğru soru ve cevaplarla tartışmak açısından önemli buluyorum. Sadece onlar değil yakın çevremdeki İslamcı kesimin aydın kadınları ile bir araya geldiğimde gördüğüm bir tablo var. O da; mücadeleye başladığımız zamanların önemli konuları ile bugün önem verilenlerin kıyaslanması sonucu ortaya çıkan büyük bir hayal kırıklığı...
Biz bu konuları siyaset üzerinden konuşsak da, ben bu konuların siyasetten öte bizzat kendimiz ile alakalı olduğunu düşünüyorum.
Yaşam tarzımız, değerlerimiz, önceliklerimiz, bilinçaltında beslediğimiz ve etkilerini yıllar sonra fark ettiğimiz travmalarımız, kişisel vaziyetlerimiz... gibi bir çok etkeni fark etsek de eskisi gibi olaylara net tavır alamıyoruz. Hayal kırıklıklarımızın en büyük sebebi de bu. Çünkü karşımızda kendi iç çelişkilerinin ve yüzeyselliğinin farkında olamayan bir muhafazakârlık yorumu var. Amacımız İslam'ı anlatmak iken İslam'a karşı olmakla suçlanabiliyoruz. Herkes "muhafazakârlık" tanımının sorunlarını ve ortak noktaların azlığını giderek daha çok fark ediyor. Üzerimize yığılan bir yorgunluk varken bu konudaki itirazlarını dile getiren İslamcı kadın yazarların çıkışını önemli ve kayda değer buluyorum.
HANGİSİ? "HAK YOL İSLAM"MI? "HAYAT SEVİNCE GÜZEL" Mİ?
Geçenlerde tamamı arkadaşlarımın başörtülü, üniversite tahsilli kızlarından oluşmuş bir koronun konserini izledim. Sadece hanım izleyiciye yapılan konser her şeyi ile çok güzeldi. Konser "hayat sevince güzel" şarkısı ile bitiyordu. Salondaki yaşlı genç hepimizin iştirak ettiği bu şarkının ardından genç kızlar "hayat sevince güzel" sloganı atınca "hak yol İslam"dan "hayat sevince güzel" e gelen güzergahı düşünmeden edemedim. Nereden nereye sorusunu paylaştığım annelerden de "her ikisi de olmalı, biz yanlış yaptık, birincisine önem verip ikincisini kaçırdık ve mutsuz olduk" sözlerini de işitince çelişkiler yumağı halimizi bir kez daha fark ettim. Kendimi bunların hiç birisinin dışında tutmuyorum. Başkasını anlamaya çalışırken kendimi de anlamaya çalışıyorum. Korodaki çocukların bir çoğunun ailelerini çok önceden tanıyorum. Hepimiz o dönem üniversiteli başörtülü bir azınlık gurubuyduk. Aramızda ailelerine rağmen örtünenler de vardı, ailelerinin isteği ile örtünenler de. Ancak hepimiz bireysel özgürlüklerimize düşkündük, başörtüsü kendi tercihimizdir vurgusunu yapıyorduk, hayatımıza dair kararları kendimiz veriyorduk. Din adına dayatılan geleneklere, Cumhuriyet'in dogmalarına, modern dünyanın dayatmalarına, tüketim kültürüne karşı direnerek "İslami bir hayat" kurmaya gayret ediyorduk.
Kendi bireysel özgürlük alanımıza kimseye müdahale ettirmezdik. İnançlarımıza göre yaşarız, bize kimse karışamaz anlayışı o zamanın ruhu olarak bünyelerimize işlemişti.
Epeydir düşünüyorum. O zaman verdiğimiz mücadeleyi çocuklarımız aynı argümanlarla başka bir hayat tarzı için bize karşı verselerdi ne yapardık acaba? Tıpkı bizim ailelerimize söylediğimiz gibi "hayır, ben senin inandığın biçimde inanmıyorum, senin doğrularına göre yaşamak istemiyorum" dese... ne yaparız? (Bunları yazarken kendimi Allah korusun derken buldum)
Onlara "bu sizin özgürlük alanınız" diyebilir miyiz? Onlara ne kadar özgürlük alanı bırakırdık kısaca?
Örtünmenin gerekçesini namusa bağlayan gelenekçi İslamcı yaklaşıma karşı mücadele eden, erkeklerin eşleri üzerindeki tahakkümünden, eşin görevlerine birçok noktada İslam'ın esasına vurgular yapan özgürlükçü dindar anneler olarak kızlarımıza aktardığımız değerlere neler oldu konusunu tartışmamız gerekiyor.
Benim genç kızlığımda, sonrasında örtünmeyen de örtünen de arkadaşlarım oldu. Onları ne daha iyi ya da daha kötü, ne de ayıplama ya da onaylama duygusu ile değerlendirdim. Arkadaşımdılar o kadar. Ancak bugün muhafazakâr ailelerde gördüğüm tersi tablo kendi gençliğimize götürüyor. Bir zamanlar bize "aaa örtünmüş" diye hayret edenlere verecek çok cevabımız vardı. Peki, bugün "aaa falancanın kızı örtülü değil, ne ayıp" diyen kendi sesimize karşı verecek cevabımız var mı? Bir başka taraftan da Cumhuriyet rejiminin dogmalarına karşı çıkan ruhumuz, muhafazakârlığın dogmalarına neden boyun eğiyor. Kendimiz için savunduğumuz özgürlükleri çocuklarımız için de bir değer olarak savunduğumuz zaman belki de gardırop Müslümanlığı tanımına karşı durabiliriz. Yoksa geriye dönüp baktığımızda bıraktığımız izlerin hiç birisi İslam'ın esas değerlerine ilişkin olmayacak.
ÇAMUR ATANLARA DAYANMAK ZOR
Bir kez daha gördüm ki siyasete girerken siyaset yüzünden başımıza gelecekler hakkında çok da öngörülü olamamışız. İlk günden itibaren hakkımızda açılan siyasi davalardan, haksızca konu edildiğimiz gazete manşetlerine kadar çok şey yaşadık ve yaşıyoruz.
17 yıldır profesyonel olarak televizyon programcılığı yapan birisiyim. Ödüller almış, uluslararası işler yapmışım. Ancak nedense birilerine bunları sürekli ispat etmem gerekiyor. Benim gibilerin mesleki hayatları nedense kör nokta gibi asla algılanmıyor. Mesleğimi gizli saklı yapmayı hiç düşünmedim. Siyaseti ise hiç meslek edinmedim. Mesleğimi profesyonel olarak herkes ile eşit koşullarda yaptım. Ne imtiyaz, ne servet ne de mal mülk sahibi oldum. Siyasete geldiğim ilk gün neredeysem bugün de aynı yerde duruyorum. Ne dürüstlüğümden ne de şeffaflığımdan hiç taviz vermedim. Hakikat böyleyken bunların bir istismar gibi sunulmasının siyasi kastın ötesinde hizmet ettiği şeylerin farkındayım. Kirli bir dünyada, kirli bir savaşın ortasında şeffaf olmak da suçmuş bunu bu vesile ile bir kez daha görmüş bulunuyorum. Ama bu yaştan sonra değişmem mümkün değil. Bu vesile ile verilmeyi gerektirecek en ufak bir hesabım olmadığını söylemek isterim. Tersini iddia edene ise hodri meydan diyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.