İnsanoğlu olarak, –ilgili, ilgisiz– her şeye ve her olaya karşı mutlaka bir ilgi kurar, tepki ve yorumda bulunuruz. Hele de dünyanın bu kadar küçüldüğü ve iç içe girdiği bir zaman diliminde... Bilen-bilmeyen, ehil-ehliyetsiz herkes konuşmakta, konuşmayı adeta farz görmektedir. Dolayısıyla ortalık, isabetli-isabetsiz bir sürü yorumla dolmakta, yorumlar anarşisinden hak ve hakikatler gizlenmekte, adeta kaybolup gitmektedir. Bu girift ve kaotik düşünceler anaforundan sıyrılıp doğru ve isabetli tespitleri yakalamak, düşünce, eylem ve analizlerden en hakça ve hakperestçe olanlarını bulmak ve sahiplenmek, insan ve insanîliğin en seçkin yanıdır. Çünkü insan, yaratılışı itibariyle mükerremdir;1 hak ve hakikate taliptir, bulduğu her yerde onu alır, bağrına basar.
Yeter ki yaratılış kodlarıyla oynanılmamış olsun...
Şüphesiz, insan olarak, yön ve istikametlerin en karmaşıklaştığı bir devri, en çetrefilli bir evreyi yaşıyoruz. Hak ile batılın, iman ile küfrün, doğru ile yanlışın, istikamet ile sapkınlığın, sadakat ile ihanetin, vefa ile kalleşliğin en giriftleştiği, kol-kola, kucak kucağa girdiği bir evre... Öyle ki, birçoklarının güvendiği dağlara kar yağdı; umutları karamsarlığa, sevinçleri hüzün ve kederlere döndü. Dayanakları birer-birer yıkılmakta, gelecek hesapları altüst olmaktadır. Yığınlara rağmen, muhtemel yalnızlıklar, kimsesizlikler, kara-kara düşündürtmektedir. Niye mi? Çünkü Allah bırakıldı; kullara kul olundu. Hâlbuki “inanıyoruz” dedikleri Kur’an, “Mü’minlerin dostu Allah’tır; O, onları karanlıklardan çıkartır, nura ve kurtuluşa erdirir. Küfredenlerin dostu ise tağuttur; (tağut), onları nurdan, kurtuluştan çıkartır, küfür ve karanlıklar(ın esaretine) girdirir.”2
İşte, asıl dostu kaybetmenin faturası!..
Asıl dost, yani bizatihi dest-i eseri olduğumuz Allah... O Allah ki, “Rabbine dön!”3 diye uyarır. Ona dönüş, “öze dönüş”tür, “kendini bulmak”tır, “fıtratı yakalamak”tır. İçinden geçtiğimiz dönem, “kendini kaybediş”in en zirve yaptığı dönemdir. Musibetin, kaybın, terörün en büyüğü; felaketler üstü bir felaket... Kayıp, –aranılacaksa şayet– kaybedilen yerde aranılmalıdır ve aranılan şey, kaybedilen şey olmalıdır. Kaybedilen, elmas ise, cıncık-boncuk aranılmaz. Kayıp, şehirlerde ise, dağda-bayırda aranılmaz. Sınırlar içinde ise, sınır ötelerinde, ecnebi diyarlarında aranılmaz. Mekteplerde ise, fabrikalarda, savunma sanayisinde aranılmaz...
Kaybedilen şey, değerler üstü bir değerdir; o, “insan”dır, “insanîlik”tir. Onun yerini, hiç bir teknoloji, hiç bir kalkınmışlık, hiç bir dev proje doldurmaz, dolduramaz.
Evet, bir mekân ki,–isterse cennet olsun– eğer insandan yoksun ise, anlamını kaybeder; çünkü cennet, insan için var edilmiştir. Bir inanç ki, –isterse İslâm olsun– şayet muhatabı insan değilse, anlamını yitirir; çünkü o, dağa-taşa, kuşa-ağaca gelmemiştir, onlar, fıtrat dinine mensupturlar; İslâm’ın muhatabı insandır, insanın varlığıyla var olur. İnsansız İslâm, mistisizmdir; kuru sofuluktur, zahitliktir. Kur’an’da, “Ya eyyühen-nas!”4, “Ya Beni-Âdem!”5, “Ya eyyühel-insan!”6 derken, muhatap kimdir? İnsan değil mi? Keza, insandan bağımsız, cennetle ilgili bir ayet düşünülebilir mi? Bütün cennet tasvirleri, insanın ilgi ve rağbetini uyandırmak için değil midir?
İşte Allah’ın, ilgi odağına alıp “muhatap” kıldığı insan; işte insan görünümlü ifrit ve şeytanların hemcinslerine reva gördükleri akıl almaz barbarlıklar!..
Dünyayı, yaşanılır bir cennet kılmak ya da yaşanılmaz bir cehenneme dönüştürmek... İkisi de bizim elimizde; özellikle de toplum mimarlarının elindedir. İnsan ve insanlık adına, onun sosyal hayatında çığır açanların, yön vermek isteyenlerin, ilk işleri, insanîliktir, insanı, maddi-manevi cepheleriyle inşa etmektir. Bu iş, insanı iyi tanımaktan, onu yeterince okuyabilmekten geçer. İnsan ise, evrenin hem bir parçası, hem de onun küçültülmüş bir örneğidir; onu tanımak, doğasına(fıtratına) uygun bir nizamı kurmak, ancak evreni ve yasalarını iyi bilmekten geçer. Zira insanın fıtratıyla, “Sünnetullah”(evrensel yasalar) arasında sıkı bir ilişki vardır; işleyişleri, birbiriyle uyumlu ve paralellik içindedir.
Dolayısıyla, sırtını evrensel yasalara çevirip “insanı idare edeceğim” diye, heva ve hevese dayalı yasalarla hareket edenler, peşinen kaybetmişlerdir. Tağutî sistemlerin ana karakteri budur; ilahî ve evrensel yasaları çiğnediklerinden, hep kaybetmişlerdir, kaybettirmektedirler. Ayetteki, “Heva ve hevesini ilahlaştıranı görmedin mi?”7 ifadesi, tam da bu tağutların uydurma ve uygulamalarına işarettir. O halde, yegâne çare ve çözüm, “Sünnetullah” denilen fıtrat kanunlarına başvurmaktır; sosyal ve beşerî yasaları da bu kusursuz düzenle uyumlu hale getirmektir. Ekosistem dâhil, memleket ve dünyada barış, adalet, özgürlük, huzur, asayiş, güven, refah, kalkınma ancak böyle kurulabilir, böyle korunabilir...
Malumdur, Güneş, doğudan doğar, batıdan batar. Dünya, batıdan doğuya doğru döner. Sular, eğime bağlı olarak yüksekten aşağıya doğru akar. Sıcaklık suyu buharlaştırır, yağmurun yağmasını sağlar. Balık karada değil, suda yaşar. İnek otla beslenir, ondan süt üretir. İnsan ve hayvanlar, oksijenle; bitkiler, karbondioksitle teneffüs ederler. Turunçgiller, sıcak ve nemli iklimlerde yetişir. Çamgiller, dört mevsim yeşil kalır ve hakeza... Şimdi hangi akıllı(!) kalkıp da, “bu düzeni tersine çevirebilirim!” diyebilir? Faraza teşebbüse geçti, ne halt edebilir? En basitinden, Konya ovasında turunçgil yetiştirebilir mi? Fırat’ın yüzünü geldiği kaynağa çevirebilir mi? Asla! Keza, yem üretmeye göre dizayn edilmiş bir fabrikadan makarna üretebilir mi? Un öğüten makinelerden silah imal edebilir mi? Hayır... Peki, niçin?
Çünkü her varlığın bir yaratılış ve yapılış hikmeti vardır; o hikmetin gereği, her şey, kendi donanımına göre iş yapar. Aksi teşebbüs, onun doğasına müdahaledir, doğayla savaşa girmektir. Bir şeyin kimyasını bozmak, bir canlının genleriyle oynamak ne ise, varlıkların doğasıyla, fıtratlarıyla oynamak, bozmaya kalkışmak da odur. İyisi mi, her şeyi yaratıldığı gibi bırakmaktır. İşte adalet, özgürlük, kimlik, kişilik, onur da insanoğlunun yaratılıştan gelen genetik kodlarıdır, onun öz ve aslî karakteridir. Tıpkı maddi-biyolojik korunma ve beslenme gibi, bunların da korunmaya, maddi ve manevi, moral ve psişik yönden beslenmeye, gelişmeye ihtiyaçları vardır.
Mesela, yaşadığımız toplumda “ırk” ekseninde boy veren bir anlayış var ve bu anlayış gittikçe resmî bir ideolojiye dönüşmekte, yönetime yörünge yapılmaktadır. Beri taraftan “milli”liğe hamledilmeye çalışılan zoraki “ümmet” vurguları... Neyse, pratikteki çelişkilerden sarfınazar etsek bile, şayet ki bu iddiada haklılık ve samimilik var ise, o halde, bir vücudun azaları hükmünde olan bu ümmetin bir parçası, mesela bir kolu yeterince beslenememekte, kan ve besin akışı engellenmektedir. Sıkıca bağlanmış, kangrenleşmeğe maruz bırakılmıştır. Vaziyet bu iken, sormazlar mı: “Yahu bu nasıl kardeşlik, bu nasıl birbirinin derdiyle dertlenmektir?” Karşılığı olmayan bir kardeşlik, kuru bir edebiyat olmaz mı?!...
İşte, Allah’ın, ta yaratılıştan verdiği bir hakkın, “hak” olarak görülmemesi, hakkıyla ve adilce verilmemesi, bir başka ifadeyle, “şeriat-ı tekviniye ve Muhammediye”ye rağmen, meselenin “hukuki” çerçevesinden taşırılıp etnik ve politik zeminlere çekilmesi, trajikomik değil midir? Trajikomik dedik de, ya faturası? Tam bir trajedi...
O halde, ne zaman ki, Hz. Peygamber’in, “Kendi nefsin için istediğini bir şeyi, mümin kardeşin için de istemedikçe, iman etmiş olamazsın!”8 fermanına boyun eğdik, “amenna ve saddakna” dedik, işte o zaman, fıtratı yakalamış, kendimizi bulmuşuz demektir, yoksa, “Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi niye söylersiniz!”9 ayetindeki ilahî tehditle yüz yüze geliriz. İnanıyorum ki, sadece “Allah’ın ayetlerinden bir ayet olan dil”10 meselesi çözülürse, yani anayasal güvenceye alınırsa, –bu, aslında ilahî bir hak ve teminattır– o zaman nasıl da bu cehennemî kaostan kurtulacağımızı herkes görecektir. O günlerin gelmesi umuduyla, hep yaşayacağız, hak ve hakikatin, huzur ve adaletin sesi olacağız, inşaallah...
Onun için diyorum ki, fıtratla, yaratılışla, şeriat-ı tekviniye(İlahî anayasa) ile savaşan hiç bir rejimin, hiç bir ideolojinin ilel-ebediliği yoktur, olamaz da. Şiddetle, rüşvetle, şantajla, demagojiyle, etnik ideolojilerle, politik kamplaştırmalarla, sosyal ajitasyonlarla bir yere varılmaz. Aciliyet kesbeden durum, günün kurtarılması değil, vaziyetin kurtarılmasıdır. Dünya, bunca sosyal, ahlakî, itikadî, iktisadî, ruhî, sıhhî çatlama ve patlamaları, anarşi ve çıkmazları yaşarken, hiç bir düzen, hiç bir ideoloji, hiç bir beşerî tedbir bu ağır ve ezici çöküşü durduramaz, enkazından kurtaramaz; buna, en emperyalist devletler de, –Kemalizm dâhil – Asya’nın, Afrika’nın en otoriter yönetimleri de dâhildirler. İster doğrudan uygulayanlar, ister ilişkiye girenler olsun, hepsinin hesabı Allah’a, bir de yeryüzünün “adil şahitler”ine11 kalmıştır.
Evet, kâinattaki kusursuz ve gürültüsüz ilahî sisteme dönüş olmadıkça, daha nice “parlama” ve “sönme”lere şahit olacağız. Adalet yerine zulmü ikame edenler, yarın “nasıl bir devrilişle devrildiklerini göreceklerdir”12 ama iş işten geçmiş olacaktır ki o zaman, himmet de, hizmet de, hamiyet de, milliyet de beş para etmeyecektir. Bir ağlayanları bile olamayacaktır. Hakkın güçlülüğü yerine gücün haklılığına iman edenler, tarih ve kutsal metinlerdeki Firavun, Nemrud, Neronları unutsalar bile, aynı akıbetle yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu bizzat göreceklerdir. Bize düşen, tevhidin sırrına ermektir; yegâne güç ve otoriteyi Allah adına, hak ve hukukun(adalet) eline teslim etmektir. Tıpkı hak, adalet ve özgürlüğün eşsiz temsilcisi olan Hz. Muhammed(asm) gibi, başta ırkçılık olmak üzere, cahiliyenin her türlüsünü ayaklarımız altına almaktır.
Zaman gösterdi ki zulmedenler, kendilerine ne nam takarlarsa taksınlar, ister “İslam Cumhuriyeti”, ister “Hilafet Devleti”, isterse “Mücahitler Ordusu” desinler, özleri değişmemektedir. Fıtrat bozulduktan sonra, Peygamber soyundan da olsalar zalimdirler, haindirler, gasıpçıdırlar. Öte yandan, adil ve hakkaniyetli olanlar ise, ister “kâfir”, ister “sosyalist”, ister “ateist” olsunlar, uygulamaları itibariyle, hakperesttirler, dürüsttürler, saygıya layıktırlar. Nihayet, Hz. Peygamber(asm), hicret için, Müslümanların yönünü Habeşistan’a çevirmemi midir? Hatta, “Onlar Hristiyandırlar!” diyenlere, “Ama adildirler!” diye cevap vermemiş midir?13 Keza, Taif’te taşlanıp Mekke’ye girişi yasaklandığında, bir Müşrik’in(Mut'im bin Adiyy) himayesinde Mekke’ye girmemiş midir?14 Ve o Peygamber, adil ve hakperest olan müşrik bir grupla “Hulfu’l-Füdul” diye bir teşkilât kurmamış mıdır? Mekke’de mal ve can emniyetini onlarla sağlamamış mıdır? Hatta peygamberlik esnasında bile, o yapıyı takdirle beraber, “Tekrar kurulursa, yine üyesi olurum!” dememiş midir?15
İşte esas mesele! Gerisi laf u güzaftır...
Geçmişin günahı da sevabı da, hayrı da şerri de kendilerinedir ve geçmişte kalmıştır; esas olan bizim yaptıklarımızdır... Evet, yaptıklarımız, söylediklerimiz değildir! Zira Allah, yaptıklarımıza bakar, söylediklerimize değil. Ağzımızdan ayet ve hadisler de dökülse, yaptıklarımız aksine ise, söylediklerimizin –lanetten gayrı– bize faydası olmaz. Yaptıklarımız içinde, göze en çok çarpanı ise, “adil” ve “paylaşımcı” olmamızdır. Bunlar varsa, düşmanı da dost edebilir, hatta kazanabiliriz. Yok, zalim ve gasıpçı isek, bırakın düşmanı kazanmak, dostu da kaybeder, kendimize düşman ederiz. Onun için, fıtrat dini olan İslâm, adalete emrederken, zulümden şiddetle sakındırır. Nihayet, Kur’an’ın bir çok ayetinde, zulmedenler için “lanet”ten bahsedilir16; onlar için “hidayet”17 ve “kurtuluş”un18 olmadığı söylenir.
Hâsılı: Beşerî rejimler gibi, beşerî kafalar da iflas etmiştir; çünkü ilahî değildirler, insan doğasına aykırıdırlar. İnsanı da, doğayı da zehirlemiştir; kıyametin eşiğine getirmiştir. Bize düşen, müflislerin peşine düşmemektir, onlara sevdalanmamaktır. Malumdur, miadını doldurmuş ne bir gıda, ne de bir ilaç kullanılmaz, çöpe atılırlar. Zira zehirlerler. Beşerî rejimler miatlarını doldurmuştur; onların yeri kalp ve kafalar olmamalıdır, layık oldukları yegâne yer, emperyalistlerin kursağıdır; orada kalmalıdırlar. Elması verip de değersiz cam parçalarına talip olmayalım; elmas değerlerimizdir, cam parçaları ise, beşerî sistemlerin yaldızlı, anacak kof hayatıdır.
Temennimiz, beşerî sistem ve ideolojilerden silkinmek ve temizlenmek; duamız, giriftar olduğumuz musibet ve aldanmışlıkların, uyanış ve dirilişimize vesile olmasıdır...
1 (el-İsra, 70)
2 (el-Bakara, 257)
3 (el-Fecr, 28)
4 (el-Bakara, 21)
5 (el-A’raf, 31)
6 (el-İnfitar, 6)
7 (el-Furkan, 43)
8 (Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71-72)
9 (Es-Saff, 2)
10 (Er-Rum, 22)
11 (el-Maide, 8)
12 (eş-Şuara, 227)
13 (İbn-i Hişâm, es-Sîre,c. I, s. 344; İbn Sa’d, et-Tabakât, c. I, s. 203,204)
14 (İbni Sa'd, Tabakât, c. I, s. 212; Belâzuri, Ensâb, c. I, s. 237)
15 (Müsned, c. I, s. 190, 317)
16 (el-Araf, 44; el-Hud, 18; el-Mü’min, 52)
17 (el-Bakara, 258; el-Ahkâf, 10; es-Saff, 7; el-En’am, 144)
18 (el-Enam, 21, 135; el-Yunus, 17; el-Yusuf, 23)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.