Bir kapının açılmasının fırsat olduğunu o kapı kapanıp fırsat kaçtığında anlarız çoğu kez. Hayattan ders çıkarmak kaçırdığımız fırsatların muhasebesini yapmakla mümkün. Bunu yapmadan önümüze gelen fırsatları doğru değerlendirebilmek mümkün olamaz.
PKK'nin “ateşkes” ilanıyla birlikte bugün, bir yandan 12 Eylül referandumu diğer yandan ateşkes ve PKK, üzerinde en çok konuşulan iki gündem konusu oldu. Aslında hem anayasa hem Kürt meselemiz 12 Eylül askerî darbesinden bu yana siyaset gündeminin değişmeyen iki asli öğesidir. Çünkü her ikisi de susuzluğunu çektiğimiz demokrasi meselemizin çözümünü zorunlu kıldığı, olmazsa olmaz olan iki büyük mesele.
Demokrasimizin her iki dev meselesinde önümüzde iki fırsat duruyor. Referandumda kısmi anayasa değişikliği oylaması ve Kürt meselesinde geçici ateşkes fırsatı. Bu iki konuya bir adım geriye çekilip bakarsak iki ayrı konu olmadıklarını, birbirlerini tamamlayan, bütünleyen iki parça olduklarını görürüz. İşte o zaman demokrasi açısından karşımızda duran fırsatın tarihsel nitelemeyi hak eden bir fırsat olduğunu görebiliriz.
Kürt meselesi ve ateşkes uygulamalarından başlayalım. İlk ateşkes PKK tarafından Turgut Özal sağken 17 yıl önce ve yine bazı koşullarla ilan edilmişti. Süresi bitince Abdullah Öcalan tek taraflı olarak ateşkesi uzatmıştı. Turgut Özal'ın kendi anlayışı çerçevesinde olsa dahi Kürt meselesini çözmeyi, en azından savaşı durdurmayı istediğini biliyoruz. Ancak ömrü vefa etmedi. Bu ölüm kuşkulu bulunuyor ve Özal'ın Kürt meselesini çözme niyetine bağlanıyor.
Sonrasında ne oldu?
Cengiz Çandar, “Evet! Silahlar sussun” yazısında Turgut Özal'ın ölmeden 48 saat önce kendisine “Ateşkes'in çökmesi halinde 'terörün misliyle geri dönmesinden ve kanın gövdeyi götürmesinden endişe ettiğini' söylemişti. Korktuğumuz başımıza geldi” diye yazıyor. Tam da öyle oldu.
Artık bugün gerçek yüzünü daha iyi bildiğimiz gibi, Bitlis'te 33 silahsız askerimizin pusuya düşürülüp öldürülmesi provokasyonuyla birlikte ölüm makinesinin düğmesine de basıldı ve bu makine ölüm tarlalarını kanla suladı. Özal'ın korktuğu başımıza gelmiş kan gövdeyi götürmüştü. 17 bin 500 faili meçhul cinayet ve 30 bini Kürtlerden olmak üzere 40 bini aşkın ölüm geldi.
Ardından 1999'dan 2004'de kadar süren, Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinin ardından yine Öcalan'ın tek taraflı ilan ettiği “eylemsizlik” yani ateşkes kararı geldi. Başbakan Erdoğan 2005'te herkesi umutlandıran Diyarbakır konuşmasını yaptı. Bu konuşmada ilk kez bir başbakan yapılan yanlışlarda devletin sorumluğunu dile getirmişti. Ardından ilk kez Kürt meselesinde kışkırtıcılık yapan derin devletin kuyruğu Şemdinli davasıyla yakalanmıştı. Yani yeni fırsatlar doğmuştu.
Sonra ne oldu?
Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bu davaya açıkça müdahale etti. Olayın üstüne giden savcı Sarıkaya HSYK tarafından cezalandırıldı, mesleğini yapamaz hale geldi. AK Parti hükümeti bu olayda dik duramayarak dişlerinin çekilmesine izin verdi. Bundan sonra Danıştay baskını gibi AK Parti'yi hedef alan provokatif olaylar hızla tırmandı, AK parti'yi kapatma planı yürürlüğe sokuldu ve nihayet kapatma davası açıldı.
Geldiğimiz yeri, durduğumuz noktayı şöyle ifade edebilirim: Olaylar ve onu doğuran etmenler artık yorum gerektirmeyecek denli basit bir matematiksel denklem ya da şema içinde gösterilebilecek hale geldi. Çıplak gerçek şu: Kürt meselesi barışçı bir siyasi çözüm sürecine girmeden derin devletin savaşı kışkırtan provokasyonları önlenemez. Hatay Dörtyol provokasyonu bunun son örneğidir. Fakat denklemin bir bileşeni daha var: Aynı örnek göstermektedir ki, derin devlet etkisiz kılınmadan da Kürt meselesi barışçı bir siyasi çözüme kavuşamaz.
Öyleyse?
Yanıt yorum gerektirmeyecek denli açık. Ateşkes ilanıyla PKK provokasyon ihtimalini en azından tek yanlı olarak ortadan kaldırarak derin devletin üstüne gitme fırsatını yaratmış oldu. Referandumda oylayacağımız anayasa değişikliği ise hukuktan çok siyasetle ilgilidir ve derin devletin yasal dayanaklarını zayıflatan bir değişikliktir bu. Bu değişiklikle bir sivil hükümete ve demokrasiye karşı darbe ya da komplo planları yapanlar artık asker olsalar da sivillerce hesaba çekilebilecekler, bu tür suçların zanlıları emir-komuta zinciri içinde korunma garantisine sahip olamayacaklar ve de kendilerine Anayasa mahkemesi ve HSYK gibi koruyucu şemsiye bulamayacaklar.
Referandumda “hayır” diyeceklerin derin devletlin yanında olduklarını asla söylemiyorum, içlerinde tanıdıklarım da var ama “hayır” çıkması halinde derin devletin kazanacağından hiç kuşku duymuyorum.
Böyle bir durum ateşkes fırsatının bir kez daha kaçırılması anlamına gelecektir. Bana göre “evet” ve “ateşkes ilanı” birbirini tamamlayan bir bütün.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.