• BIST 9884.07
  • Altın 2954.659
  • Dolar 34.7445
  • Euro 36.5021
  • İstanbul 10 °C
  • Diyarbakır 5 °C
  • Ankara 4 °C
  • İzmir 10 °C
  • Berlin 5 °C

Feto'ya dair bir skala (IV)

Abdullah Can

Üniversitede okurken, sınıf arkadaşlarımdan biri (ismi ve memleketi mahfuz), birçok defa bana, “Abilerden aldığım bilgiye göre, sizin orayı basacaklar; sakın toplantı yapmayınız!” derdi. "Hangi abiler?" dediğimde, "emniyetçiler" cevabını verirdi. Arkadaş, Feto’ya mensuptu; evlerinde kalıyordu. Yaşayışı, hovardaca ve gayr-ı mazbuttu. Güvenilir bir tip değildi; buna rağmen, ihtiyata iktidaen, bir-iki defalığına sohbet mahallimizi değiştirdik. Ancak bu arada, bir arkadaşımızı da gözcü tayin ederek ihbarı tahkike koyulduk. Anladık ki bu, “Fetovari” bir taktikti; çünkü ne gelen vardı, ne de soran... Amaç, korkutmaktı; kendilerinden gayrisine alan bırakmamaktı. İcra-yı şenaet için, arkadaşı alet etmişlerdi. Her ne ise...

Feto için, önemli olan hedeftir; ona varmak için her yol mübahtır. Tehdit, korkutmak, şantaj, iftira, kumpas, iğfal, istismar, tahrif başta gelen taktiklerindendir. Din ve dine ait kutsallar, en sıradan, en ucuzca malzemelerindendir. Bu uğurda, "ismet"in dahi sözü olmaz, ondan da fedakârlık edilebilirdi. Kendilerinden olmayan herkes potansiyel düşman, her şey ganimetti. "Savaş bir hileydi" ya; hedef için her hile meşruydu. Hayatın bütün kılcallarına girilmeli, bütün mahfilleriyle felç edilmeliydi. Eğitimde, basında, finansta, ticarette, sanatta, siyasette, yargıda, emniyette... Kısacası, devletin bütün sacayaklarında hâkimiyet kurulmalı, kale içeriden fethedilmeliydi. "Hizmet" ve "Gönüllüler Hareketi" gibi masumane kamuflajlarla gerçek yüz ve niyetler gizlenmeli, pembe bir devrim gerçekleştirilmeliydi.

Kısacası, Feto, bu nev-i şahsına münhasır çok yönlülük ve çok yüzlülüğüyle en profesyonel siyasî hareketlerdendi.

Evet, yerine göre “en dindar” bir cemaat kesilmiş; mensuplarına tutturduğu Pazartesi-Perşembe oruçlarıyla, kıldırttığı teheccüd namazlarıyla, okutturduğu evrad ve ezkârlarla gönüllerde taht kurdurtmuş(!); yerine göre “en milliyetçi” bir akıma bürünmüş, “Adriyatik’ten Çin Seddine” ülküsünü hedef gösterterek “Turan” ve “Kızılelma ideolojisi”nde tavan yapmış; yerine göre en militarist ve cuntacı bir karaktere bürünmüş, 12 Eylül, 28 Şubat mimarlarını, “Komünizm ve anarşizmin anaforunda debelenen Türk toplumunun imdadına yetişen Hızırlar” olarak tavsif etmiştir.

Kısacası, bütün dönemlerin en stratejist ve en konjoktürel örgütü olan Feto, Makyavelist ve rantablist karakteriyle, hedefe giden bütün yol ve yöntemleri kullanmıştır. Onun için diyoruz ki, “Cemaat” görünümüyle ortaya çıkmış böylesi bir “siyasî” örgütlenmeye, –Masonlar hariç–  ikinci bir örnek gösterilmez.  

Bir zaman arkadaşın birine, “…izm nedir?” diye sorduklarında, “Karakoyun deresidir!” demişti. Karakoyun, Urfa’nın bütün foseptik artıklarının toplandığı bir deredir. Soruyu soran, yarı hayret, yarı tiksintili bir yüz hattıyla, “Ne alaka!” demişti. Soru sorulan, “Tasvir ve tarif için başka örnekleme bulamadım; çünkü Karakoyun maddi pisliklerin, bahsini ettiğin ‘izm’ ise, ideolojik pisliklerin bileşkesidir.” diye cevaplamıştı. Siz de diyebilirsiniz ki, “Bu örnekle Feto’culuğun alakası ne?” Cevabım, aynıdır; çünkü Feto’culuk da her türlü dinsel ve ideolojik kirliliklerden teraküm etmiş bir foseptik gayyadır. Bu gayyada kaybolan en büyük değer ise, maalesef “İslâmiyet”, en mağdur kitle ise “Müslümanlar”dır. Manzara ortadadır, tarife hacet yoktur.

Tarihin birinde, kadrolardan bir kadro, yeni bir ideolojik konsept ve dünya tasavvuruyla, mevcudu yıkmak, yenisini kurmak için sahaya inmişti. İlk legal ve meşru(!) toplantılarını, Kur’an ve Hadis tilavetleriyle, Mevlid ve Kurban seremonileriyle yapmıştı. Hedefleri uğruna, dini hassasiyetleri kullanmış, camilerde hutbelerle, açık hava mitinglerinde ayetli-hadisli nutuklarla halkın gönlüne girmişlerdir. Kur’an’a “anayasa”, İslâm’a “devletin dini” demişti. Âlim ve meşayihlerle aynı karelerde pozlar verilmiş, onları bir adım önde göstermişlerdir. Yapmış-etmişler de, ya akibet?.. Gel zaman git zaman, yeni düzen kurulmuş, eskisi lağvedilmiştir. Eski gömlek çıkartılmış, yenisi giyilmiştir. Ara ve tali yüzlerin yerini, ana ve asıl yüzler almıştır. Tablo netleşmiştir: “Yenisini tut, eskisini unut!” dayatması… Artık inanç, amel, muamelat, münasebat, tatbikat… Tamamı yeniden formatlandı. Allah’ın kitabına “köhne”, nizamına “irtica” denildi. Nerden nereye!..

Tarih, bu gibi hadislerin binlercesiyle labalebdir; Feto, bunlardan bir tanesidir. Feto’yu irdelerken, selef ve öncellerinden, altyapı ve referanslarından, bağlam ve bağlantılarından, üst akıl ve ilham kaynaklarından bağımsız değerlendirmek, bizi sağlıklı bir sonuca ulaştırmaz. Onun için değerlendirmelerimi, belgeler ve vesikalar üzerinden sürdürmeye devam edeceğim. Bunu yaparken de, polemiklere, ön yargılara, ön kabullere, tarafgirliklere ve dedikodulara asla girmeyeceğim; ölçüm,Düşmanın da olsa, adaletten ayrılma!düsturu olacaktır. Hedefinde zihniyet eleştirisi olanların, fani şahıslarda boğulmaması gerektir; zira şahıslar, bir mikroba yenik düşerken, zihniyetler, nesiller boyu devam ederler. Söz konusu, bozuk bir zihniyetse –ki Fetoculuk öyledir– ona karşı barikat kurulmalı, sirayetine engel olunmalıdır. Her ne kadar gecikilmiş de olsa…

Feto’nun zihniyet dünyasındaki tahrif ve tahripkâr icraatlarından biri de, din perdesi altındaki Kemalistçe söylemleridir. Karar kıldığı nokta ve geldiği çizgi itibariyle, Kemalizm’in tavrı nettir, şeffaftır; tevil götürmeyecek ölçüde anti-İslâm’dır, anti-mukaddesattır. Net ve şeffaf olmayanı, Feto’nun tavrıdır, Kemalizm’e dair tezleridir. Bu tezler, ne yazık ki yığınlarla söz kalabalığı içinde gizlenmiş, fazla bir kıymet-i harbiye gösterememiştir. Şeytanın detaylarda gizlenmesi misali, Feto’nun söz yığınları arasında serpiştirmiş olduğu Kemalizm ve M. Kemal hayranlığını derlemekte fayda gördüm. Böylece, bu iki ideolojinin, göbek bağları ve beslenme havzaları itibariyle ilişkilerini

–bir nebze de olsa–  göstermek istedim. İşte belgesi:

570-015.jpg

Feto’nun M. Kemal’e dair his ve hassasiyetlerini okudunuz. 1997’den 2008’e kadar 11 senelik söylemleri arasındaki paralelliğe şahit oldunuz. Gayet nettir, şeffaftır zannedersem. Bu sözler içinde, takkiye ve riyakârlığı ihsas eden bir durumdan bahsedilebilir mi? Hayır. Tamamı, kanaatleri olup bu konudaki iman ve samimiyetine delalet eden ifadeler… Bunları nakzeden ya da pişmanlığını ihsas eden aksi ifadelerine rastlamadık, şahit olmadık. Kişiyi bağlayan, kendi söylem ve eylemleridir. Bu eylem ve söylemlerinde, herhangi bir baskı ve işkence söz konusu mudur? Hayır. Tamamı, özgür iradesine müstenit sözler... O halde, genişçe yorumları size bırakırken, bu zihniyetle perverde olmuş bir kalfasının ifadelerinden hareketle birkaç şey daha ilave edelim:

“(Atatürk) ülkenin kurtuluşu ve bütünlüğünün sağlanmasında birinci öneme sahip bir insan... Atatürk, çaresizlikten başarı çıkarmanın sembol ismidir. Linç edilmiş bir milleti toparlayıp hürriyete taşımanın remzidir... Atatürk sevgisini, ülke ve millet sevgisinden ayırmak mümkün değildir. Atatürk demek, Trablusgarp'tan, Çanakkale'den, Kurtuluş Savaşı cephelerine kadar sırtında sako, ayağında postalla gecelemek; ardında da darmadağın olmuş bir mirası yeniden toparlayıp modern devlet kurmak için geceyi gündüze katmak demektir...”1 “Atatürk, Kurtuluş Savaşı'yla yurdumuzu düşmanlardan arındırdı.”2

İster ustaya bakıp kalfayı tanıyın, ister kalfaya bakıp, ustayı tanıyın; değişen bir şey yok! Enstrüman aynı, methiye ve güzellemeler hep aynıdır. Bu aynılık, oluşturulan zihniyet dünyasının aks-i sadası ve aks-i simasıdır; yani izdüşümüdür, projeksiyonudur. Tam da bu noktada, Feto-Said-i Nursî ilişkisi kuranlara, Nursî’den bir-iki cümle aktarmanın yeri gelmiştir zannedersem. İşte: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”3 İkinci bir cümle: “Meydanda(ülke sathında) görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar, o kumandanın(M. Kemal’in) hatasından, ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise, ordunun kahramanlığından gelmiştir.4

Evet, orta yerde, yersiz ve meşru olmayan bir muhabbetin olduğu açık. Gayr-ı meşru bir tarikle bir maksada gidenin akıbeti, yine gayr-ı meşruluğun gayyası olacaktır. Bize düşen, ayetin ifade ettiği gibi, “Sen Allah de, sonra onları kendi hallerine bırak; varsın o bataklıkta yüzedursunlar5 demektir. Zarara kendi rızasıyla “evet” diyenlere merhamet edilmez, lehlerinde hüküm verilmez. Kur’an, bu karakterdeki tipler için, “(O halde) tadın fitnenizi!6 ya da “Zuku azabe’l-harîk”(Yakıcı azabı tadın!7 demektedir. Herhalde bu beyandan daha isabetli beyan olmaz! Biz de aynısını söylüyoruz…

Güçlüden yana olmak, Müslüman’ın vasfı olamaz; o, tipik bir kişilik bozulmasıdır, bir fıtrat sapmasıdır. Bu sapma, günümüzde ziyadesiyle görülse de, aslında bütün zamanların en başat hastalıklarındandır. Doğrusu, beşerî güç ve kudretler önünde eğilmek, iki büklüm olmak yerine, haktan, haklıdan yana olmaktır; hakperestliği şiar edinmektir. Hâkim rüzgârlara kapılmak, o istikamete meyletmek zillettir, sefalettir. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetine yönelmek, hak dediğini hak, batıl dediğini batıl bilmek, uygulamak izzettir, hidayettir. İlahî ve Peygamberî olanihtiyatdüsturunu batıla alet etmek, takkiyecilik formatına sokmak, meşruiyetle asla telif edilemez; takkiyecilik, münafıklığın bir başka versiyonudur. Müslüman, nifakın her renk ve formundan Allah’a sığınmalıdır.     

Hâsılı: Kişiler üzerinden yapılan tartışmalar, zihniyet ve kurumsal kimlikler üzerinden yürütülmediği sürece, gerçek adreslere ulaşılmaz. Esas olan, ortaya konulan zihniyet dünyasının eleştirisidir; ideolojik mefkûrenin kritiğidir. Yoksa kişiler, cinsiyet ve etnik kimlikler, inanç ve mezhebî mensubiyetler, meşrep ve meslekî aidiyetler temelindeki tartışmalar kısır döngüye, eletiriler ise, zararlı cerihalara yol açar. Mesela Feto’yu, anne tarafından Yahudi, baba tarafından Ermeni olduğunu söylemek, keza çocuk tacizciliğiyle teşhir etmek, nihayetinde ise, onu bu profiliyle Said-i Nursî’yle ilişkilendirmeye kalkışmak, alışılagelen ucuzca yorumlardandır; hele de bu işi yapanın bir tarih profesörü olması, bilim adına düşülen seviyenin vehamet derecesini göstermiyor mu?8

Ne olursa olsun, düşmanlığın bile bir seviyesi, bir kalitesi olmalı; en ileri düşmanlıklar bile, irtifa kaybettirici tanımlamalara sebep olmamalıdır. Hakperestlerin şiarı, “adalet” ve “hakkaniyet” olmalıdır; konular, sokak ve paparazi diliyle sulandırılmamalıdır. Muhalifleri sindirmek ya da sildirmek, dinî-etnik mensubiyetlerine binaen değil, düşünce ve icraatları istikametinde yürütülmelidir. İlahî ve evrensel hukuk normlarına aykırı olduktan sonra, ister en dindarından olsun, ister en dinsizinden olsun, sadır olan her söylem ve eyleme karşı durulmalı, sirayetine engel olunmalıdır. Keza, söz konusu normlara muvafık ve mutabık düşene de sahip çıkılmalı, destek olunmalıdır. Aksi, “Bizdense, makbul ve mübarektir, değilse, melun ve melanettir” yaklaşımı, totaliter ve otoriter dünya görüşünün istibdatçı ve dayatmacı yaklaşımı olup, adalet ve hakkaniyetle asla telif edilemez.

Hakkı hak bilip ittiba etmek, batılı batıl bilip içtinap etmek”, hem duamız, hem şiarımız olsun temennisiyle… 

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.


1 (Hamdullah Öztürk, Aksiyon, 26 Haziran - 2 Temmuz 1999)
2 (Hamdullah Öztürk, Atatürk ve Gülen Testi, Zaman, 29 Haziran 2008) 
3 (İçtimaî Dersler, s. 289, 424, 435)
4 (Emirdağ Lahikası, s. 261)
5 (el-En’am, 91)
6 (ez-Zariyat, 14)
7 (el-Hac, 22)
8 (Bkz. Star Gazetesi, Güncel, 25.04.2017)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89