Fethullah Gülen, Üstad ve Risale-i Nur’a dair tenkitlerinin dozajını biraz daha artırarak, açıktan açığa Üstad’ı suçlamaktan geri durmamıştır. Üstad’ı, yine bir başka sözü, yani “Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu...” cümlesi üzerinden vurmaya çalışırken, bildik yol ve yöntemini, yani önce övmek ve okşamak, sonra da atış menzilesine yerleştirmek...
“Kanaat-i âcizanemce, bu sözü söyleme veya böyle bir davranışa gönülden razı olma, biraz da Haliliyye meslek ve meşrebinden olmaya bağlıdır. Zira kendi milleti ve cemaati adına ateşe atılan Hz. İbrahim ile böyle bir ufka ulaşan kutlular arasında çok gizli bir münasebet vardır.”(s. 258)
Bu açıklama ve yorum tarzı, problem arzetmiyor; zira Üstad’a paye veriyor, onu okşayıp medhediyor. Ancak, bu yumuşak geçişin hemen sonrasındaki şu açıklaması hiç de masum görülmemektedir:
“Normal şartlarda sabah-akşam, “Allahumme ecirna minen-nari, ve edhilnal-cennete me’al-ebrar” diyerek Allah’tan, cehennemden koruma ve cennete girme isteğinde bulunan birisinin temel öğretileri açısından bu sözü (Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu) kabul etmek mümkün değildir. Evet, bu söz, ümmetin dehşetengiz manzarası karşısında girilen bir şok hâlinin ve hususî bir ruh hâletinin (buna tasavvufî mânâda sekir hâli dememiz de mümkündür) tesiriyle söylenmiştir.”(s. 259–260)
İşte buna altın vuruş denilir... Önce okşayacaksın, yumuşatacaksın ve istediğin kıvama getireceksin, sonradan asıl şoku sen yaşattıracaksın! Bu nasıl olur, Allah aşkına! Üstad’a biçtiğiniz “Haliliye meslek ve meşrebi” bu mudur? Hem, “(Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu) kabul etmek mümkün değildir” diyeceksin, hem de bu sözün söylenişini “şok hali” ve “sekr”(manevi sarhoşluk) ile açıklayacaksın! Bediüzzaman bu sözü ne tekkede söylemiş ne de uzlet ve inziva halinde söylemiştir!
Hoca da çok iyi biliyor ki bu söz, 1952 yılında, İstanbul’da, gazeteci Eşref Edip’le yaptığı bir röportajda sarfedilmiştir. Böyleyken, nasıl olur da Üstad’a şok ve sekir halini yaşatıyorsun Hoca? Bu açıkça Üstad’ın her zaman yakaza ve zindelik haliyle istihza etmek değil midir? Bu evirip çevirmelerin, bu tevilat-ı fasidelerin amacı nedir; neden bu kadar kafa bulandırıyorsun? Kendin için layık görmediğin bir halet-i meczubane ve sarhoşaneyi nasıl olur da Üstad’a layık görüyorsun?
Hoca Efendi! “Yoksa umumî mânâda bu sözleri ölçü almak mümkün değildir.”(s. 258) sözlerinle, Üstad’ı vahdetü’l-vücutçuların konumuna oturttuğunun farkında mısın? Bediüzzaman’ı, mücadele ettiği mistik ve skolâstik düşüncelerle ittiham etmek, onu o tuzağa düşmüş gibi göstermek hangi maksada matuftur, açıklar mısınız?
Haşir Risalesi, Ayetü’l-Kübra, Yirminci Mektub’un İkinci Makamı, Yirmidördüncü Mektup, Otuzuncu ve Otuzikinci Söz, İkinci Şua vb. gibi büyük bir dehanın mahsulü olan devasa eserlerden hiçbirinin dâmenine, hatta topuğuna dahi ulaşabildiniz mi? Bunlar, sekr ve şok haline giriftar olan birinin mahsulât-ı fikriyesi olabilir mi hiç? Bırakın bir benzerini telif etmeyi, anlamasına dahi muktedir olabildiniz mi? “Tuba limen arefe haddehu, velen yetecavez tevrehu”, yani, “Ne mutlu o adama ki haddini bilir haddinden tecavüz etmez.”
Hoca Efendi, altın vuruşu yaptıktan sonra, yani Üstad’ın yanlış yerde ve yanlışlıklarla iştigal ettiğini nazara verdikten hemen sonra, yeniden sırt sıvazlamaya ve kendince tımara kalkışıyor: “Sen hiç hayatında evlenmeyi düşünmedin mi?” diye sorduklarında (Üstad’a), “Milletin dertlerini düşünmekten onu düşünmeye vakit bulamadım.” cevabını verecek kadar çilekeş ve hasbî bir sineye sahip Pîr-i Mugân.”(s. 259)
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu be Hocam? Bir anda tenkit ve tenkis ettiğin birini nasıl olur da hemencik sinene basar, medhüsenalara boğarsın? Ama kusura bakma, Üstad adına bir şeyler terennüm ediyorsun lâkin o sözler kendi imalatınız olup Külliyat’tan gösteremezsiniz. İlginçtir, bu sözünüzü googleden tarattığımda, patent olarak yalnızca sizin özel ve tüzel sitelerinizi adres gösteriyor; oralardan arz-ı didar ediyor. Yanınızda Külliyat vardır; bir bakar mısınız? Acaba hangi kitapta bu tasniatlara rastlayabilirsiniz? Risale-i Nurları sadeleştirme ve tahrifatlarınız yetmedi, şimdi de Üstad namına ona ait olmayan ifadeleri mi servis ediyorsunuz? Kusura kalmayın, kendiniz adına ne derseniz deyin, o sizleri bağlar; ama ümmete mal olmuş bir âlimi keyfinizce konuşturamazsınız, emellerinize alet edemezsiniz; zira ona yetkiniz yoktur.
Bakınız, yine Said-i Nursî’yi hedef alan, ama çaktırmadan ve üstü örtülü bir şekilde sarfettiğiniz bir başka tenkidiniz: “Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir anlık rü’yet-i cemâlin, cennetin binlerce sene hayatına muâdil olduğunu beyan eder. Hâlbuki cemâlullahı müşahede, cennette mü’minlere Allah’ın bir lütfudur ve verilecek şeylerin en önemlisidir.”(s. 262)
Evet, bu sözde de bariz bir tenkit vardır. Zira “Hâlbuki” ile başlayan cümle, bir önceki cümleyi nakz ve çürütme üzerinde kurgulanmıştır. Anlaşılan Hoca, “Malike’l-mülki yetesarrafu fî mulkihi keyfe yeşa” hakikatini yeterince derkedememiştir. Cenneti veren de, cemalullaha nail kılan da sahib-i mülk, yani Cenab-ı Hak olduğuna göre, neyi neden daha tatlı kılacağına yine O hükmeder. Ne sen, ne ben, ne bir başkası bunu tayin edemez.
Cemalullahın cennet mükâfatlarından biri olduğunu dillendirip, cenneti cemalullahtan daha kapsayıcı göstermek, lezzet itibariyle daha doyurucu ve cazip göstermek, sadece işin felsefîk ve demagojik izahıdır. Cennet içinde cennetleri halketmek, lezzet içinde lezzetleri dercetmek, istediğini âli, istediğini aşağı kılmak, istediği herhangi bir nimeti bütün nimetlerin fevkine çıkartmak, hatta bazı lütuflarıyla bazılarını unutturmak O’na mahsustur. O’nun kudretine de, rahmetine de, ihsanına da sınır olmadığına göre ve O sahib-i “Künfeyekün” olduğuna göre, nedir bu karıştırıcılık ve nedir bu kafaları bulandırma çabaları? Neden bazen şunu diyemiyoruz:
“İdrâk-i meali bu küçük akla gerekmez:
Zîrâ bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
Peki, Hoca’nın serrişte ettiği cümlenin orijinali nasıldır? Ona bakalım: “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildigi gibi: Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”
İşte, Üstad’ın izahı ve Hoca’nın ifadeleri. Üstad’ın eserlerini sadeleştirenler, bence önce kendi pirlerinin, yani Fethullah Gülen’in eserlerinden başlasalardı daha isabetli olurlardı. Üstad’ın ifadelerini değiştirirken bile Üstad’dan daha ağır ve ağdalı ifadeler sarfediyor. Herne ise... Cennet’in de, cemalullah’ın da kaynağı, Allah’tır. O, ezeli ve ebedidir, mutlak kudret ve yetki sahibidir. O dilediğini yükseltir, dilediğini düşürtür. O, dilediği lezzeti üstün kılar, dilediğini azaltır. Bütün tasarrufları bize rağmendir, hesabımıza gelemese de...
Hâsılı, Hoca, Üstad’ı eleştiriyor ve söylediklerinin isabetsizliğini vurguluyor. Ancak, bu çabaları sadece kendisine seviye kaybettiriyor; zira Üstad bütün ümmete mal olmuş ve sinesinde yer tutmuştur. Onun itibar derdi ve kaygısı yoktur; milyonların imanına hizmet etmiş ve alnının akıyla huzur-u İlahiyeye varmıştır. Onun arkasında konuşanlar ve o nuru perdelemeye çalışanlar, aynada kendilerine bakmalı, geldikleri noktayı görmeli, mümkünse kendilerini temizlemeye ve kurtarmaya çalışmalıdırlar. Evrensel kişiliklerle, bölgesel, ulusal ve örgütsel kişilikler arasında mukayeseye girişmek, elmasla teneke parçalarını aynı kefeye koymaktır...
Gülen Hoca, Üstad’a yaklaşımında izlediği bu zikzaklı ve inişli-çıkışlı seyrini bir başka cümlesinde şöyle dillendiriyor: “Onu (yani Said-i Nursî’yi) çok vefalı gördük. Kendisini otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-onbeş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır... daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştır.”(s. 276)
Amentü billâh, doğru ve yerinde ifadeler... Peki, ya kendiniz? Bediüzzaman’ı örnek gösterirken, siz bu tablonun hangi noktasındasınız? Sizin ifadenizle, o ruh insanı, cismanî hayattan sıyrılıp yüksek ideallere dilbeste olurken, siz bu ruhaniyetin hangi kıyısındasınız? Böyle bir insanı hem sözleri üzerinden eleştireceksiniz, hem de ona gönül vermişleri ya da sizinle gönüldeş olanları etkilemek için onun örnek kişiliğini anlatacaksınız. Sormazlar mı, sevdiğinize ne kadar benziyorsunuz? Onu ne kadar izliyorsunuz? Onun kutlu mirasına ne kadar sadık ve sahiplik ediyorsunuz. Mesela o göçerken, sadece yüz yamalı elbise ve pabuçları, bir de bir Külliyat bıraktı; ya siz! O istiğna düsturunu esas aldı, halkların ne malına, ne ekmeğine, ne parasına tenezzül etmedi; ya siz! Ya siz!...
Hem, Üstad’dan sonra Selahaddin-ı Eyyubî’yi örnek göstermenizi de anlamış değilim. Allah aşkına, bu müessir ve cezbedici misalleri sırf etkilemek için mi zikrediyorsunuz? Kur’an-ı Kerim, “Yapmadığınız, yapamayacağınızı niye telkin ediyorsunuz?”(Saff suresi, 2) dediği halde, neden bu misaller?... Bakın, Selahaddin-i Eyyubi’yu nasıl anlatıyor:
“Aynı ruh insanlarından biri sayılan Selahaddin-i Eyyûbî de üzerinde durulmaya değer. Mescid-i Aksa esaret altındadır. Bu durum koca Sultan’ı çok rahatsız etmektedir. İşte böyle bir hâlin hâsıl ettiği sıkıntılarla o, âdeta gülmeyi unutmuştur. Bir gün Cuma namazında hatip, Sultan’ı kastederek, tebessümün fazileti hakkında bir hutbe irad eder ve Selahaddin’de tebessüm duygusu uyarmaya çalışır. Hutbede kastedilen şahsın kendisi olduğunu anlayan Selahaddin-i Eyyûbî, cami çıkışında İmam Efendi’ye dönerek şunları söyler: “Hocam, öyle zannediyorum hutbenizde bana nasihat ettiniz. Ama Allah aşkına, söyler misiniz, Mescid-i Aksa esaret altında iken ben nasıl gülebilirim?”(s. 279)
Bu kıssayı nakleden Hoca, eğer sadece insanları etkilemek için değilse, peki sormalı değil mi: Bu güne kadar esaret altında yaşayan Kudüs-i Şerif ve Filistinli Müslümanlar için ne yaptınız, ne yapıyorsunuz? Mesela o meşhur vaazlarından hiçbirinde Kudüs’ü ve Filistinlileri savunan, işgalci Siyonist rejimi kınayan bir vaazınız var mıdır? Selahaddin’in zamanında Hristiyan Haçlılar vardı; Selahaddin’in onlara karşı olan İslâmî ve izzetlice duruşunu tarihsel bir olay gibi anlatmak kolay, peki Sabra’da, Şatilla’da, Cenin’de, Gazze’de ve daha nice yerlerde Müslümanları katleden, soykırımdan geçiren ırkçı, siyonist rejimin aleyhine bir sohbetiniz, bir yazınız, bir vaazınız, bir hutbeniz, bir demeciniz, bir başsağlığınız oldu mu? Olmadıysa, bu Selahaddin meddahlığı kaç para eder ve ne anlama geliyor? Söyler misiniz!
Diyorsunuz ki: “Selahaddin, o büyük hülyasını (yani Mescid-i Aksa’nın fethini) tam yirmi sene sonra –Allah’ın inayetiyle– tahakkuk ettirmiş, Mescid-i Aksa’yı esaretten kurtarmış ve kendinden sonra gelecek nesillere de dâsitânî bir örnek olmuştur. Yine aynı Selahaddin, Mescid-i Aksa’yı istirdad edeceği âna kadar 20 sene hep çadırda yaşamış, “Hünkârım, size bir ev inşâ edelim” diyenleri de: “Allah’ın evi esirken ben kendime nasıl bir edinebilirim?” şeklinde cevaplamıştır.”(s. 280)
Peki, Selahaddin’in zerresi olabildik mi? Olabildiniz mi? Ortadoğu coğrafyasını kan, revan içinde bırakan, Müslümanların yeminli celladları olan Siyonist liderlere bir tek defa olsun sitemde bulundunuz mu? Kınadınız mı? Beddua ettiniz mi? Selahaddin’in gösterdiği İslâmî şecaat ve hamiyetin, fedakârlık ve diğergâmlığın gramını gösterdiniz mi?
Aksine, Tel-Aviv’e inen bombalardan ıstıraplarınızı yüksek sesle dillendirdiniz! Aksine, Gazze’ye yardıma giden, yaraları sarmaya koşanları “Meşru otoriteye”den yani işgalci ve katliamcı Siyonist rejimden izin almamakla ittiham ettiniz! Yardıma koşmayı “Başkaldırı” olarak nitelediniz! Şehit cenazeleri henüz bütün sıcaklığıyla omuzlarda taşınmakta iken, verdiğiniz müessif demeçlerinizle yasta olan ailelere ikinci bir yası yaşattırdınız!
Peki, bu mudur Selahadd’inî ruh ve bu mudur İslâmî hassasiyet? Müslümanların ilk kıblesinin kurtulması adına ne kadar ağladınız? Cinayetkâr rejimlere, o rejimlerin icracılarına ne kadar beddua ettiniz? Bırakın 20 seneyi, bir sene de olsa, kendi rahat ve istirahatınızdan fedakârlık edip çadır hayatına katlanabildiniz mi? Heyhat!...
Yalnızca Allah’tan geldik ve dönüşümüz yalnızca O’nadır. Dünyanın faniliği ortadadır; en iyi insanların da, en fena ve şerurların da gideceği tek bir yer var: Huzur-u İlâhî! Orada zelil ve rezil olmamak adına, orada Kahhar-ı Zülcelal’in kahrediciliğine giriftar olmamak adına, orada ebedi azap ve ikaba çarpılmamak adına, aklımızı başımıza almalıyız; kutsalı da, ümmetin malı olan şahsiyetleri de kendi emellerimize alet etmemeliyiz; onlar üzerinden dünyevî ikbal ve iktidarlar devşirmemeliyiz!
Ayetin ifadesiyle, “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.”(Bakara, 134) Aynı şekilde onların kazançlarına da hisseder olacak değiliz.
Fethullah Gülen’ in, –doğrudan alakası olmamakla beraber– Üstad’ın meslek ve meşrebî olan Sünnet-i Senniye’yi ihya ve tatbikini ilgilendiren bir iddiası da, sarığa ilişkin ortaya attığı tezdir. Hoca, sarığa dair şu iddiada bulunuyor:
“Günümüzde çokça üzerinde durulan ve dinin bir aslı gibi insanlara sunulan sarık mevzuunda bile Efendimiz’in, Buharî, Müslîm gibi mevsuk hadis kitaplarında rivayet edilen bir işareti dahi olmamıştır. Bu mevzuda sadece, Efendimiz’in Mekke’ye girerken başında siyah bir sarığın olduğu ve hafifçe arkaya sarkıttığına dair bir rivayet vardır. Sarıkla namaz kılmanın yirmi beş veya yirmi yedi derece, hatta yetmiş yedi derece daha faziletli olduğuna dair rivayetlerin hepsi Ümmühat’da (temel hadis kaynakları) değil, Zevâid’de geçmektedir. Haddizatında bütün bunlar teferruata ait meselelerdir ve işi zorlaştırıcı şeylerdir.”(s. 120) (İslâmî tesettür için “füruat” ve “teferruat” demesine ne kadar da benziyor, değil mi?)
Bu ifadeler, sarığa dair alışılagelen inanç ve kanaatlere aykırı düştüğü için değil, ilginç olan Hoca’nın neden bu konuyu dile getirdiğidir. Zira kendisinin sarıklı birçok görüntüsünü biliyoruz. Sünnet değilse, niçin sarmışlardır?
Üstad’ın, bir ömür boyu sarığını(şeairi-i İslâm’dandır) indirmemesi, sarığıyla birlikte mahkeme koridorlarında dolaşması ve savunma yapması; Ankara valisi Nevzat Tandoğan’a “Bu sarık bu baş ile çıkar” (Emirdağ Lahikası-II, s. 19) yönündeki tepkisi, sarığa atfettiği önemi göstermiyor mu?
Mektubat’ta geçen, “Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a, ‘Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!’ denilse, taassupları muktezasınca diyecek: ‘Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!’ ifadeleri nasıl anlamalıyız? Hatta küçüklüğünde kendisine sarık sarmasını teklif eden hocalarına, “Bu ulemaya ait bir kisvedir; ben henüz buluğuma dahi ermemişken nasıl bu kisveye girebilirim?” derken bile, sarığa atfettiği önemi göstermiyor mu?
Bence bu konuda da, –tıpkı tesettürde olduğu gibi– Hoca altından kalkamayacağı bir tekellüflü tevil “teferruat”ına sapmıştır.
Öte taraftan, Zaman Gazetesi’nin 20 Eylül 2013 tarihli nüshasında “Takke, başımızın tacı olsun” başlıklı yazıda Peygamberimizin malum hadislerinden biri nakledilmiştir. Şöyle ki: “Sarıkla kılınan iki rekât namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rekâttan daha hayırlıdır.”
Bu yazıdan, herhalde Hoca’nın haberi olmuştur, değil mi? Sarıkla ilgili olarak, “Efendimiz’in, Buharî, Müslîm gibi mevsuk hadis kitaplarında rivayet edilen bir işareti dahi olmamıştır.” diyen Hoca, Müslim’de geçen ve Câbir b. Abdullah'tan mervi şu hadisi nasıl görmezden geliyor: "Allah Resulü Mekke'ye, başında siyah bir sarık olduğu halde girdi." Üstelik kendisi de sözünün devamında, “Efendimiz’in Mekke’ye girerken başında siyah bir sarığın olduğu ve hafifçe arkaya sarkıttığına dair bir rivayet vardır.” diyerek yukarıdaki hadise atıfta bulunur ve dolayısıyla kendisini nakzeden bir çelişkiye imza atıyor.
Sıradan bir insanın söyledikleri pek bağlayıcı olmaz, ama sıra dışı olarak bilinenlerin bu tür hassas konularda fütursuzca konuşması ve kendilerini sıradanların safına idhal etmesi düşündürücü…
Risale-i Nur’a hürmeti vardır diye telakki ettiğimden, Hoca’ya, yine Mektubat’tan bir örnek daha sunayım; olur ya, belki nedamet eder, maksadını aşan bu kabil tekellüflere bir daha girmez, var olanları da kitaplarından siler, atar. İşte, “İncil'de (Peygamberimiz için kullanılan bir unvan da) "Sahibü’t-Tâc"dır. Evet, "Sahibü’t-Tâc" unvanı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur. Tâc, imame, yani sarık demektir.”(Mektubat, s. 170)
Son sözüm, Peygamberimizin şu duasıdır: “Allah’ım bana hakkı hak olarak göster ona uymayı, batılı da batıl olarak göster, ondan sakınmayı nasip et!”
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.