Fethullah Gülen’den milliyetçilik vurguları ('Küçük Dünyam' çerçevesinde)
“İslam, Cahiliyetten kalma ırkçılığı ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. İslâm’ın nazarında Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında fark yoktur” (Buharî, Ahkâm, 4)
Bu peygamberce söz, İslâm’ca ve insanca bir sözdür. Buna aykırı düşen her milliyetçi söz ve söylem, her ırkçı tez ve teori merduttur; İslâm’ın da, insanlığın da düşmanıdır; zehirleyici ve imha edicidir. Adına ne denilirse denilsin ve neyin adına olursa olsun, ırkçılık ve milliyetçilik kokan her düşünce ve ideoloji uğursuzdur; hiç bir hayır ve yapıcı yanı olamaz. Irkçılık ve milliyetçiliği kurtuluş reçetesi olarak sunanlar, kim olursa olsunlar, toplumun maddi ve manevi katilleridirler. Bu katiller, dünyada da ahirette de lanet ve tahkirin hedefidirler.
Evet, Asabiyet-i cahiliye, yani ırkçılık, birbirine tesanüt edip yardım eden “gaflet”, “dalâlet”, “riyâ” ve “zulmet”ten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud (ilah) ittihaz ediyorlar. Zira ırkçılık, başkasını yutmakla beslenmek anlamına gelen şeytanî ve tuğyanî bir ideolojidir. Kur’an, “Allâh'ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda en ileri olanınızdır.” (Hücurat, 13) dediği halde, ırkçı ve milliyetçi ideolojiler ise, sadece keni orijininden olanlara değer ve üstünlük atfeder; olmayanları ise adi yaratıklar seviyende görür. İslâm, “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez" (İbn Mâce, Mukaddime, 225) dediği halde, bu şeytanî, tuğyanî ve şehvanî ideoloji, kendinden olan en adileri de en âliler seviyesinde görür, kendi dışındakiler için “Ondan olsa evliya, sokmayınız avluya!” der, beş para ehemmiyet vermez.
Irkçı ideoloji mensuplarında din hep geri planda ve sadece payanda menzilesindedir. Onlar için "Kim kâfir olan dokuz atasını, onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur." (Ahmed bin Hanbel, 5/128) gibi Nebevî uyarılar pek bir anlam ifade etmez; onlar fasık ve facirlerini de rahmet ve minnetle anarlar; cennete yollarlar, gerekirse onlara için “şefaatçi” olabileceklerini iddia ederler. Hâsılı, ırkçılık ve milliyetçilik, yeryüzünün en kadim ve en tehlikeli ideolojisidir. Bu ideolojiyle yola çıkanların, insanlık adına hayırlı faaliyetlerde bulunma şansı yoktur. Çünkü bu ideoloji, doğrudan doğruya şeytanın icadı ve onun vasf-ı mümeyyizidir. Şeytan, meleğin tam zıddı olduğuna göre, ondan hayır beklemek, necasetten gül kokusunu beklemek gibi boş bir beklentidir.
Peki, bunu anladık ta, ya şu din adına ortaya atılıp ırkçılık ve milliyetçilik yapanlara ne demeli? Herhalde bir ahirzaman alameti olsa gerektir!... Evet, alnı secdede, ağzı duada, kalbi zikirde, gözünde yaş, dilinde Allah ve Peygamber eksik olmayan niceleri vardır ki, sözkonusu millî ve ırkî hassasiyetler olunca, onlar adına akan sular durur; bütün dinî değerler, temel nas ve kriterler bir tarafa itilir, tamamı teferruata inkılâp eder. Egemen pozisyona geçen yegâne his, ırkçılık ve milliyetçilik olur. Din de, iman da, dava da sadece ırkçılık ve milliyetçilik olur; Allah ve peygamber de dinlenmez artık. “Heva-i nefislerini ilâh edinenleri görmedin mi?”(Furkan, 43) ayetinin yerinde ifadesiyle, hevaî ve nefsanî olan ırkçı ideoloji artık ilahlaştırılmış olacaktır.
Evet, inancını ve yaşam mücadelesini ırkçılığa endeksleyen bir nasyonaliste, bir faşiste ya da şoveniste diyeceklerimiz olsa da, fazladan yüklenmek gibi bir dayatma hakkımız yoktur, çünkü bahsi edilen vasıflar onun iman ve hayat felsefesidir. Ancak, dinî vasıflarıyla ön plana çıkıp, din adına, diyanet adına mangalda kül bırakmayan din bezirgânlarına aynı ölçüde sessiz durmak, nemelazım demek mümkün değildir. Çünkü ortada istismar edilen, alet edilen, değerinden düşürülmeye çalışılan ve batıla payanda edilen bir “İslâm” söz konusu... Buna evet demek, sessiz kalmak, vurdumduymaz davranmak, o gibilerin suç ortağı olmaktır ve Peygamberimizin ifadesiyle “Dilsiz şeytan” olmaktır. Bu bağlamda, İslâm adına ortaya atılmış ama esasta İslâm’ı zehirleyen bütün batıl ideoloji ve anlayışlara “hayır” diyeceğiz ve demeye de devam edeceğiz.
Gökteki güneş yerine kendi mum ışıkçıklarına davet edenlere Güneş’i göstermek boynumuzun borcudur. Elmas gibi kıymetli ve parlak hakikatler yerine, zahiri süs, içi pis
Mefkûrelere dikkat çektirmek, tehlikenin farkına vardırmak insanî ve İslâmî bir vecibedir. “Paslanmış bîhemtâ bir elmas, daima mücellâ cama müreccahtır” diyen Said-i Nursî, misalî, allanıp pullanılarak, gerçek yüzü gizlendirilmiş, pası, zehri cilalandırılmış ideolojilerle iğfale çalışan Bel’amlara, din tacirlerine ve Cibali Babalara karşı zinde olmak, hüşyar olmak gibi bir mecburiyetimiz vardır. Birilerinin bunu “gıybet”, “tahkir” ve “tezyif” kılıfı içerisinde burnumuzun önüne koymaları bizce inandırıcı değildir. Birilerine kutsiyet atfederek onları izam etmek; Allah ve Resulü yerine sürekli fani şahsiyetleri gündemimize sokmak, asıldan uzaklaşmayı, ayrıntılarda boğulmayı netice verir. Biz teferruatın insanı değil, aslın ve esasatın adamı olmak zorundayız.
Evet, Firavunun kucağında oturup onun ekmeğiyle beslenenler, onun ifsadkâr vesveselerine açık duranlar, –bila şek velâ şüphe– onun kılıcını kuşanacak, onun adına muharipliğe soyunacaktır. Böyleleri, hiç bir zaman Musa olamazlar... Her ne ise, gelelim “Küçük Dünyam” kitabının konumuzla ilgili anlatımlarının analizine:
“Küçük Dünyam” kitabının derleyicisi Latif Erdoğan, Fethullah Gülen’e sohbetin bir yerinde, Üstad’ı niçin ziyaret etmediğine dair bir soru tevcih eder. Hoca’nın verdiği cevap, ilginç mi ilginç, bir din adamının kafa yapısına ve ilmî seviyesine yakışmayacak bir açıklama... Kendi ifadelerinden okuyalım:
“Her Erzurumlu doğuştan milliyetçi ve biraz da Turancıdır. Bu düşünce ve zihniyet, çevrenin tesiriyle, bende de vardı. Daha sonra bu düşünce zail oldu gitti; fakat ben bu düşüncenin insanıyken, Bediüzzaman’ın Anadolu’dan çıkmış olmamasını dahi kendime bir mesele yaptım ve içimde bu düşünceyi bir ukde olarak taşıdım. Ve işte beni Bediüzzaman’la görüştürmeyen engel bu düşüncedir.
“Ben, Bediüzzaman, Anadolu’nun bağrında boy atmalı ve gelişmeli değil miydi, demekteydim. Med ve cezri uzun süren bir insanımdır. Taşıdığım bu düşünce boş. Taşıdığım bu düşünce için de durum aynıdır. Neden sonra ki, gördüğüm bir rüya kılıç gibi benden bu düşünceyi kesip atacaktı. Fakat o zaman da Bediüzzaman vefat etmiş olacaktı. Gördüğüm rüya şöyledir:
“Dünya’dan başka bir küredeyim. Ve o küre dolusu sığır birden bana doğru boşandı. Yalnız başıma kaldım. Birden yanımda Hz. Ali ve Bediüzzaman Hazretleri belirdi. Hz. Ali, elindeki bir tomar kâğıt tutuyordu ve bunları Üstad’a verdi. Uyandığımda, o his ve düşünce benden zail olup gitmişti.”(s. 48)
“Evet, bende o zamana kadar milliyetçilik fikri ağır basıyordu. Çünkü bütün akrabamda ve çevremdeki insanlarda bu his cibilli olarak vardı. Eğer bu hislerin mağlubu olmasaydım, aramızda Kaf Dağı olsa, yarar, gider, Isparta’ya varır ve Üstad’ı ziyaret ederdim; fakat olmadı.”(s. 49)
“Küçük Dünyam” kitabından iktibas ettiğim bu paragraf, zahiren bir itiraf ve bir rüyanın etkisiyle istenilmeyen bir duygunun nasıl izale olup kaybolduğunu anlatmaktadır. Ancak şunu da sormak bizim hakkımızdır:
Sayın Hoca, sen o sıralarda Kur’an’ı hıfzeden ve de Kur’an’ın, Hadis-i Şeriflerin ne dediğini anlayan bir düzeyde değil miydin? Hiç şüphesiz, “evet” diyeceksiniz. Peki, bilen birisi olarak, milliyetçiliğin, Turancılığın İslâm’a aykırı ve hatta zehirleyici bir mefkûre olduğunu bilmiyor muydun? Ona da “evet” diyeceğinizi biliyorum. Peki, bir âlim ve aydın olarak, cahil ve hislerinin mahkûmu olan bir çevrenin etkisinde kalman sana yakışır mıydı? Sonra, kendi adına söylemen gereken bir tavsifatı, akrabana ve bütün Erzurumlulara mal etmeniz ne kadar doğru olabilir? Bir de rüyayı gördüğün ana kadar, “Bende o zamana kadar milliyetçilik fikri ağır basıyordu.” demektesiniz, acaba diyorum, ondan sonra sizden bu fikrin ağırlığı geçti mi? Ya da, gerçekten iddia ettiğiniz gibi o fikir sizden “izale” oldu mu?
Bir başka açıdan yaklaşalım; o gün için, gördüğünüz rüya sizden o düşünceyi kesip attı, (hem de bir kılıç gibi) diyelim; peki, yaş ve ilim itibariyle en olgun çağınıza eriştiğinizde de, eğer bu fikirleri, bu milliyetçi mefkûreleri taşıyor idiyseniz, ya o zaman ne demeli. Mesela 50 yaşında olduğunuz 1991’lerde Zaman Gazetesi’nde Mehmet Kafkas’ın üç gün boyunca (bir tam sayfa olarak) Kürdlerin varlığını ve lisanlarını inkâr eden yazısı yayınlanırken, nerede idin? Neden bir âlim ve cemaatine hâkim birisi olarak müdahale etmedin? Neden bu taassuba, bu asabiyet-i cahiliyeye “dur” demedin?
Demediniz... Çünkü millî his ve hassasiyetleriniz her zaman diri ve müessir konumdaydı. Hayatınızın rotasını, dinî nas ve hükümlerden ziyade, millî his ve histerileriniz, ırkî refleksleriniz belirliyordu. Bu hususta şahsınıza yöneltilen yüzlerce dostların tenkitlerini de, uyarılarını da dikkate almadığınızı gayet iyi biliyoruz. Mesela sizden birisi olan Şükrü Aslan’ın şahsınıza gönderdiği “Maruzat” mektubu gibi... Yine aynı şahsın, Mehmet Kafkas’ın inkârcı yazılarına mukabil cevabî yazısı gibi... Hatta çok iyi hatırlıyorum, Şükrü Aslan’ın Kafkas’ın ırkçı tezlerine karşı yazdığı tekzip yazısını Zaman yayınlamamıştı; mecburiyetle Özgür Gündem’de göndermiş, yayınlatmıştı. Bunlar inkâr edilebilir misiniz? 1997’de Aksiyon dergisi Genel Yayın Müdürü Mustafa Sıngur’a gönderilen “Arzuhal” yazısını inkâr edebilir misiniz?
Evet, –yerinde itirafınızla– med ve cezri uzun süren bir kişiliğe sahipsiniz. Onun için, sadece o zamana münhasır değil, bütün zamanlar için bu müsemmem hastalık tesirini icra edip durdu; durmaktadır. Bediüzzaman’ın Kürdlüğünü bir türlü hazmedemediniz, her zaman onun seyyidliğini vurguladınız, onun siyadeti üzerinden bir dünya kurgusu geliştirdiniz. Düşünüyor musunuz, onun doğduğu yeri bile kendinize dert etmişsiniz ki, “Şark”, “Anadolu” ayrımı yapmışsınız. M. Kemal gibi, “Şarkıyla garbıyla vatan bizim için bölünmez bir bütündür”(s. 6) dediğiniz halde, şarkı adeta uğursuz bir mekân ve Üstad’ın şarktan zuhurunu da, yani Kürd oluşunu da bir türlü sindirememiş olmalısınız ki diyorsunuz: “Bediüzzaman, Anadolu’nun bağrında boy atmalı ve gelişmeli değil miydi?”(s. 48)
Ve yine, “Bu hislerin mağlubu olmasaydım, aramızda Kaf Dağı olsa, yarar, gider, Isparta’ya varır ve Üstad’ı ziyaret ederdim; fakat olmadı.”(s. 49) demektesiniz. Hâlbuki mesele sadece o muzmer hisleriniz değil, işin içinde bir de enaniyetiniz olmasın mı, sakın? Bana kalırsa, gitmeliydiniz; en azından kimdir, necidir, düşüncesi nedir, yakından tanımalıydınız. Yanlış fikirlere sahip idiyse, karşı koymalıydınız; aksi durumda ziyaret edip duasını almalıydınız. Ama yok, sizde ağırlık yapan milliyetçilik ve bir de karşı tarafın şarklılığı, yani Kürdlüğü sizin sınavınız oldu ve bu iki barikatı aşamamakla sınavı geçemediniz. Herhalde sarfettiğiniz bu sözleri siz de yanlış ya da stratejik bulamadınız ki, hatıratınızın ikinci kez yapılan baskısından çıkarttınız, değil mi?
Gerçekten de, o düşünce ve takıntılarınız sadece o gençlik dönemleriyle sınırlı kalsaydı ve sonraki dönmelerde o düşüncelerinizi sezdiren ve sızdıran beyanatlarınız olmasaydı, milliyetçiliğinizi ihsas eden beyanatlarınız olmasaydı, yer yer ırkçılığa kaçan yazılarınız olmasaydı, gençliğinize bağışlanabilirdi, ama maalesef gerek hatıratınızda değindiğiniz “Komünizle Mücadele Dernekleri”ndeki antikomünist faaliyetleriniz, (s. 79, 150) ve gerekse milliyetçilere ve milliyetçiliğe olan övgüleriniz (s. 83, 84) bu mefkûrenin sizdeki köklü varoluşunu gözler önüne sermektedir. Hatta bunu o kadar ileri boyuta taşımış olacaksınız ki, Halil dedeniz için, “Bazıları ki ona Kürt, bazıları da Kurt Halil derler” (s. 7) dediğiniz halde, onu “Kürt” yerine hep “Kurt” vasfıyla zikretmeniz; tercihinizin hangi yönde olduğunu açıkça ortaya koymuyor mu?
Konumuzun ana kitabı “Küçük Dünyam” olduğu için, sonraki yıllarda sarfettiğiniz ve millî hassasiyetlerinizi açıktan açığa ifade eden söz ve yazılarınıza –şimdilik– yer vermeyeceğim.
*
Evet, Gülen Hoca, General Cemal Tural’ın milliyetçiliğine vurguda bulunduktan sonra, onun –kendisince– takdire şayan bir yanını anlatıyor; diyor ki: “Barzanî hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde Barzanî’nin resimleri asılıydı. Berzanî, her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzanî’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca, bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki, bugünlerde eller üstünde.”(s. 81)
Gülen Hoca’nın merhum Molla Mustafa Barzanî’ye bakışı ile kronik ve de ironik milliyetçi-mukaddesatçıların bakışı arasında hiç bir fark görüyor musunuz? Mesela Kadir Mısırlıoğlu’nun tanımlaması olan, “Rus Ordusunda hususi surette yetiştirilmiş bir Kızıl lider” (Musul meselesi, s. 176) ve “Rus ordusunda yetişmiş bir Kızıl Komünist” (age, s. 182) ile Hoca’nın “şaki” demesi arasında –nüanstan başka– nasıl bir fark görüyorsunuz? Hâlbuki Molla Mustafa Barzanî’nin bütün mücadelesi ırkçı Baas yönetimiydi; doğrudan Türkiye’yi hedef alan hiç bir girişiminin olmadığı bilinen bir gerçektir. O halde, Hoca’nın onun fotoğraflarına tahammülsüzlüğünü, şaki nitelemesini, “halkı ayaklandırabilir” şayiasıyla, Cemal Tural’ca takibini takdir etmesini nasıl yorumlamalıyız?
Hoca, hiç bir zaman millî histerilerinden kurtulmuş değildir ve olamaz da. Zira sinn-i kemalatına kadar aynı his ve hissiyatlarını terennüm eden birinin, sonraki yıllarda buna ket vurması, ya da bütün bütün izale etmesi mümkünattan görünmüyor. Evet, uzağa gitmeye gerek yok; Zaman gazetesinin 17 Kasım 2013 sayılı nüshasında Mustafa Armağan’a ait bir yazı var. Yazının başlığı, “Barzani’nin bir dedesini İttihadçılar İdam Etmiş, Amcası İse Türkiye’ye Sığınmıştı” şeklindedir. O yazıda, “1956 yılında Filistinlilere destek sağlamak üzere T.C. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başvekil Adnan Menderes’e biri Arapça, diğeri Osmanlıca iki mektup gönderir ve İsrail’in haksızlıklarına, Filistinlilerin mağduriyetlerine dikkat çeker.” denilmektedir.
İşte, her konuda laf yetiştirmeye çalışırsan, akıbetin mahcubiyetten başka bir şey olmaz. Bir de, tarihi bir konuda konuşurken özel his ve histerilerinle değil, akl-ı selim ve belgelerle konuşmalısın. Konuşurken de mutlaka bir tarihçiyi yanı başında tutmalısın ki bu kadar yanlışlık yapmayasın!
Milliyetçilik eksenindeki tüm yaklaşım ve değerlendirmenin götüreceği akıbet, kör bir dövüş sarmalı ve yutuveren bir bataklıktır. İslam sosuyla tatlandırılan bir milliyetçilik anlayışı, hiçbir zaman istikameti göstertmez. Başkasını yutmakla beslenmek demek olan unsuriyetçilik, her zaman için ümmetin kangren ve kanseridir. Felç eder ve öldürür... Hoca’nın bunca bilgisine ve tecrübesine rağmen, bu sarmalın pençesinden azat olamaması, kendisine yön veren kriterlerin dinî olmaktan ziyade millî ve unsurî olmasından mütevellittir.
Kur’an’ın ve yüzlerce hadisin hafızı olan Hoca, siyer-i Nebi ve sahabilerin de hayatına olan vukufiyetine rağmen, halen yazılarında millîlik vurgularını ön plâna çıkartması hayli ilginç değil mi? Böyle bir kişiliğin elinden millî hislerin tutup rehberlik yapması, dinî hislerden ziyade millî hislerin dominant konumda olması tuhaf değil midir. Böyle olmasaydı, ömrü boyunca namazında-abdestinde olan bir Barzanî için “şaki” diyebilir miydi? Böyle olmasaydı Nakşî tarikatına mensup ve son nefesine kadar Allah Resulünün sarığını kafasından indirmeyen bir özgürlük aşığına “eşkıya” diyebilir miydi? Sırf Barzanî’yi takibe almıştır diye, bir cuntacı hakkında, sitayişkâr ve takdirkâr davranabilir miydi?
*
Peki, ya Ahlat’a izafe ettiğiniz kudsiyete ne demeli? Mesela, Ahlat’ı şark olmaktan ziyade garba nisbet etmeniz ve burayı İslâm’ın ve Türklüğün Anadolu’ya giriş kapısı şeklinde vasfetmenizi nasıl değerlendirmeliyiz? Türkler Anadolu’ya gelirken, buralar boş muydu? İnsanlardan hâli, cin ve ifritlerin seyruseyaran ettiği bir izbe coğrafya mıydı? Mesela Türkler Anadolu’ya gelirken Mervanî Kürdleriyle Şeddadîler bu bölgenin sakinleri değiller miydi? Hatta 10 bin kişilik bir kuvvetle “Müslüman kardeşlerimizdir” dedikleri Selçuklu kuvvetlerine yardıma koşanlar bunlar değiller miydi? (bkz. V. Uluslararası Van Gölü Sempozyumu, A. Demir, s. 102–107)
Evet, Hocam, Ahlât’a dair sarfettiğiniz mübalağakârane ifadelerinize “evet” dememiz mümkün değildir; toprağa kudsiyet vermeniz, biraz da şahsınıza münhasır bir bid’at-i seyyie gibi görünüyor. Mesela, “Odamda Türkiye'nin belki 50 ayrı yerinden topraklar var. Mahfazalar içinde. Kâbe'den gelmiş toprak gibi. (Bir başka açıklamasında ‘Hacerü'l-Esved gibi’ (Sızıntı Eylül 2002 Yıl: 24 Sayı: 284). Bunlara bakıp teselli oluyorum.” (N. Akman Rop. 2004) Millet gibi, toprağa da bu denli kudsiyet izafe etmek, sadece milliyetçilerin hassa-i mümeyyizesidir. İşte, Ahlat’a atfettiğiniz bihemtalık, bu kabilden bir takdisat örneği...
Mesela, yere-göğe yerleştiremediği Ahlat için, “Ekseriyetle asabî ve müteheyyiç olan Şark insanına kıyasla Ahlat’ın insanı ‘İnşirah Suresi’ okur gibidir. İstikrarlı hareket, Ahlatlının mümeyyiz vasfıdır.” (s. 3) değerlendirmesinde bulunuyor. Ahlat’ı tanımamış olsaydık, derdik ki “olabilir”; ancak en az Hoca kadar tanıdığımdan dolayı, sadece diyeceğim şudur:
Hocam çok abartıyorsunuz; Ahlat bir bütün olarak Şark’a ait olup hiç de mümeyyiz bir vasfı yoktur. Mesela “Ahlat, Türk-İslâm tarihinin dibâcesidir.” (s. 3) demektesiniz. Bu sözü, tarihsel olarak ele alacak olursak yine yanlıştır; çünkü Türk-İslâm tarihinin dibâcesi, Karahanlılardır. Tarihsel olarak da yanlış bir tespit. Yine “Ahlat, şarktan Anadolu’ya açılan bir kapıdır ve şarktan çok Anadolu’dan sayılmalıdır.”(s. 6) Yine, Ahlat taassubunu yansıtan bir diğer ifadeniz, “İstanbul’u, Bizans kültürünün elinden kurtarıp İslâmlaştıran, Ahlat’tır. Çünkü İslâm, bütün Anadolu’ya olduğu gibi, İstanbul’a bu kapıdan girmiştir.”(s. 3)
Hâlbuki şarkın genel havası ve tabiatı neyse, Ahlat’ın da, Ahlatlının da aynısıdır. Kendinize izafeten Ahlat’a ve Ahlatlılara atfettiğiniz bu mübalağakâr ifadeler çok soyut ve sübjektiftir. Bahsini ettiğiniz İnşirah Suresi, şarkın her tarafında okunmaktadır ve bu sureye yaklaşım ve tepkileri eşit düzeydedir. Mesela bana soracak olursanız, Hizanlılar Ahlatlılara göre daha halim-selim ve daha istikrarlıdırlar. Ama dediğim gibi, bu his ve saikler ölçü değil ve onlara hüküm bina edilemez. Kişilerin his ve eğilimlerine göre değişkenlik gösterir. Ancak bir kanaat önderinin hisleri sadece şahsını bağlamaz, bağlayıcı olur; onun için selemehüsselam konuşmamalı...
Bir de bu şark dediğiniz kelimeyi neden “Kürdistan” olarak telaffuz edemiyorsunuz? Zira Hazret-i Sahipkıran dediğiniz Said-i Nursî, bunu öyle telaffuz etmekteler. Ve “şarklı” için de “Kürd” demekteler... Bir de, Ahlat’taki Terekemeler ile Kürdler arasında farkı belirtmeye çalışırken, neden “Şark-Garp”, “Şark-Anadolu” gibi ayrımlara gidiyorsunuz? Türk ve Türkçeyi dilinize pelesenk yapan siz, neden bir türlü bu “Kürd” kelimesini telaffuz edemiyorsunuz? Diliniz mi varmıyor, yoksa diliniz mi dönmüyor? Türk ve Türklüğe dair her türlü hassasiyet ve reflekslerinizi boca ederken, neden onun bir çeyreğini de bu “Kürd kardeşleriniz” için ibraz etmiyorsunuz? Kürt kelimesine karşı uyguladığınız bu psikolojik ambargo ve barikatların gizli kalınacağını mı zannediyorsunuz? Bu iletişim ve aydınlanma çağında buna ihtimal var mıdır?
Hoca Efendi, Ahlat’tan bahsederken, yanı başındaki Adilcevaz’dan, doğu cenahındaki Nurşin’den, güneydoğusundaki Tatvan’dan ve hele Üstad’ın zuhur yeri olan Hizan’dan hiç bahsetmez! Neden sadece Terekeme Türklerinin kesafette olduğu Ahlat merkezi? Bu tür kavmî ve coğrafî vurgular yapılırken, neden dar bir perspektiften bakılıyor? Bölgenin yetiştirdiği binlerce ulema ve mana erinden kaçı Ahlat merkezli ve Terekemedir, onları da söyleseydiniz ya?!
Kendini hep Türk olarak takdim eden Hoca, acaba Kürd ulemalarının rahle-i tedrislerinde pişmemişler midir? Aile fertlerinin tamamının mensup olduğu ve kendisinin sürekli medhüsenasını yaptığı Alvarlı Hoca kimdir? Kendisinin Ahlatlı olması, Ahlat’ı bu kadar yüceltmesine gerekçe olabilir mi? Sadece kendini görüp etrafına bigâne kalan bir anlayış ne kadar hakkaniyetli ve objektif olabilir?
Hoca’nın, Ahlat üzerinden yürüttüğü ululama tezlerini çürüten bir örnek verelim: “Meşayih ve ulema bizim evde apayrı bir alâka görürdü. Evimize sık sık gelenler arasında Alvarlı mehmed Lütfi Efendi, onun kardeşi Vehbi Efendi; Tağ şeyhlerinden Sırrı Efendi, Şehabbeddin Efendi gibi çevrenin en mâruf, tanınmış ve sevilen insanları vardı.” (s. 16) Evet, bu zikredilen meşhurların hiç biri Ahlatlı olmadığına göre, nedir bu Ahlat ve Ahlatîlik temeddühü? Aslında Hoca her ne kadar kendisinin Türk olduğunu söylese de, kendilerine sık sık gelen bu zatların Kürd oluşları dikkate alınırsa, Hocanın ailesi hakkında da bazı çıkarsamalar yapmamız mümkündür, ama dediğim gibi, bazı güçlü donelere rağmen, bu konuyu vakt-i hacetine bırakıp şimdilik farklı bir polemiğe kapı açmayalım!
Hoca Efendi, belli ki Ahlat’ın coğrafyasını da tanımıyor ki dağ ve vadilerinden bahseder, izbe yerlerine Ehl-i Beyt’in mana erlerini boca eder. Bir sefer, Ahlat, kendi adıyla zikredilen bir ovanın yanı başında ve Van Gölü kıyısına en yakın yerde kurulmuştur. Ahlat ovası, Bitlis’e doğru uzanıp Rahva ovasıyla birleşir; hatta oradan da ufak-tefek kıvrımlarla ta Nurşin ve Muş ovasına kadar inbisat eder. Eğer dağ ve vadilerden, seyyid ve meşayihten bahsedilecekse, Hizan’a, Müküs’e uzanması gerekirdi. Zira Gayda ve Arvas, sâdat ve meşayihinin en kesafetli olduğu mıntıkalardır; Ahlat değildir. Bu aileler, seyyit olarak bilinseler de, Kürdçe konuşurlar; örf ve adetleriyle, giyim ve kuşamlarıyla, düşünce ve yaşayışlarıyla, sosyal ve bölgesel ilişkileriyle Kürd’türler ve öyle bilinirler.
Bütün bunlara rağmen, Hoca’nın tecahül-i arifane bir üslupla bu gerçekleri gözardı etmesi, nisyan ve itilmişlik peçesine sarmalaması ilmî ve dinî kişiliğiyle bağdaşmaz. Görünen o ki, bu konuya yaklaşımında İslâmî referanslar değil, kavmî ve ideolojik dürtüler ön plandadır. Mesela şu ifadelerine bir atf-ı nazar edelim de ne demek istedim daha iyi anlaşılsın: “Nasıl doğuda Malazgirt bir başlangıçtır ve mukaddimedir. Selçuklular Malazgirt’i fethettikten sonradır ki, ayaklarını yere basarlar ve senelerce bir Türk yurdu olan Anadolu’yu istimrar eden köhne Bizans’la hesaplaşırlar. Öylede Güneydoğu’dan gelen Türk boyları içinde Ahlat aynı durumdadır. Ahlat, şarktan Anadolu’ya açılan bir kapıdır ve şarktan çok Anadolu’dan sayılmalıdır.”(s. 6)
Anadolu’nun İslâmlaşmasından çok Türkleşmesini nazara veren bu marazî anlayış klasik Türkçülük argümanlarındandır. Bütün söylemlerini Türklük ekseni üzerinde inşa eden bu anlayışı tasvip etmek mümkün değildir. Malazgirt bu gün itibariyle tamamen Kürtlerle meskûndur. Çevre köyleri de öyle... Türklerce fethedilmiştir demek ciddi bir delile muhtaçtır. Vakıa orada bir savaş olmuştur; Malazgirt ovasından ta Rahva ovasına kadar... Bu savaşta Mervanîlerin Selçuklulara 10 bin kişilik bir askerî kuvvetle destek verdikleri de bir gerçek. Ama bir şey var ki, buralar ta evveliyatından beri Kürdlerin kadim mekânıdır. Alparslan’ın Malazgirt savaşından sonra, Bizanslılarla yaptığı anlaşma gereği Horasan’a çekildiği ve kısa bir süre sonra orada vefat ettiği de tarihçe müsellemdir. Asıl Anadolu açılımının Melikşah dönemi ve sonrasında olduğunu da biliyoruz. Ama bir şeyi bilmiyoruz; rivayeti kendinden menkul Hoca’nın şu “Güneydoğu’dan gelen Türk boyları” tezi...
O tarihlerde Kuzey Kürdistan’ın güneydoğusunda Mervaniler’in, kuzeyinde ise Şedadî Devleti olduğunu ve bu devletlerin de Kürd orijinli olduğunu biliyoruz. O halde, Malazgirt zaferiyle ilişkili olarak, Hoca’nın bahsettiği bu Güneydoğu çıkışlı Türk boyları hangileridir, onu da belirtseydiler, belki bizleri de aydınlatmış olacaktılar! Sonra, şu “Ahlat, şarktan Anadolu’ya açılan bir kapıdır ve şarktan çok Anadolu’dan sayılmalıdır.” sözü de ne demek oluyor? Şark-Anadolu ayırımındaki kastını bir tarafa bırakırsak, Malazgirt’i kapı yapanlarla Ahlat’ı kapı yapan Hoca arasındaki çelişkiyi nasıl açıklamalı?
Ahlat üzerinden yürütülen bu taassup, bir ezber bozmak mıdır yoksa gerçekten tarihçilik adına bir saplantı mıdır? Siz ne derseniz deyin, bir insan milliyetçilik belasına yakalandı mı, artık maddi-manevi duygularıyla fesada uğrar; sağlıklı düşünmesi mümkün olmaz. Hezeyanların bini bir paraya olur. Hâlbuki “Bin bilsen de bir bilene sor” diye bir atasözü vardır. Demek “Kişi bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir.” Hoca Efendi de, tarihten konuşurken bir uzman tarihçiye, coğrafyadan konuşurken bir uzman coğrafyacıya, milliyetten de konuşurken ayet ve hadislerin mihenklerine başvursalardı, herhalde bu kadar yanlışlık yapmazlardır? Ama her şeyi biliyorum havasında olan Hoca, kendi hatırını muhafaza adına, bilimin ve hakikatin tersyüz edilmesine –maalesef– rıza göstermiştir.
Bilmediğimiz halde bilgiçlik taslamaktan Allah’a sığınırız...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.