Salı sabahıydı sanırım. Kapım çalındı. Açtım. Karşımda posta memuru duruyordu. Elinde katlanmış bir evrak. Üstünde büyük harflerle “T.C. İstanbul Cumhuriyeti Başsavcılığı” yazıyordu. “Tamam” dedim, “ifade vermeye çağırılıyorum”. Günlerdir birtakım iktidar yanlısı kalemler Gezi Parkı’na ilişkin Twitter’daki paylaşımları yüzünden “içeri alınacak gazeteciler” söylentisini yayıyorlardı. Sözkonusu listede benim de adım geçiyormuş. The Economist’in muhabiri olarak çifte kavrulmuş sayılırdım. Zira yabancı gazeteciler resmî ağızlar tarafından “İktidarı devirmek üzere düğmeye basan faiz lobisinin maşası” ilan edilmişlerdi. Bazı medya sitelerine göre ise bu deccalların başını ben çekiyordum.
Neyse ki evrakı okuyunca farklı ama bir o kadar absürt bir vaka ile ilgili olduğunu anladım. Aralarında benim de bulunduğum bazı Taraf yazarları MİT tarafından “teröristlerle” bağlantımız olduğu iddiasıyla dinlenmişti. Takibe alınanlardan Mehmet Baransu bu skandalı deşifre edince arkadaşlar MİT aleyhinde dava açtılar. Savcılık ise takipsizlik kararı verdi. Elimdeki kâğıt malumun tebliğiydi.
Otoriter rejimlerin en klasik reflekslerinden biri örtmek istedikleri hukuksuzlukları ifşa edenleri hedef göstermek, ajan ilan etmektir. AK Parti iktidara gelmeden Kürtlere, başörtülü kızlara ve daha nicelerine yaşatılan zulümleri sıklıkla Batı basınına aktardığım için “casus” ilan edildim. Birçok meslektaşım aynı şekilde itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldılar. Merkez medya da sağolsun manşetleriyle köşe tetikçileriyle bu algıyı yaymak için maksimum gayret sarf etti. Faili meçhullere kurban giden, hapislerde işkence gören onlarca Türk ve Kürt meslektaşımı saymıyorum. Amaç yıldırmaktı.
AK Parti iktidara geldiğinde kendimizi ilk defa gerçek anlamda özgür his etmiştik. “Şükürler olsun Türkiye nihayet Batı standartlarında bir demokrasiye kavuşuyor” demiştik. Yıl 2005. Yeni Şafak’a verdiğim bir röportajda bakın neler söylemişim: “Artık konuşursam başım derde girer mi diye düşünmüyorum. Daha öncesinde, hep tedirgindim.”
Yıl 2013. Yeni Şafak’ın dünkü manşeti “Twitter Örgütü”. Sürmanşette ise “Dış basın ‘cephe savaşı’ veriyor”. Bir de yanında bir kutu “CNN’in meşhur yalanları”.
İngilizcede bir söz vardır: “Shoot the Messenger”. Yani “Vur Ulağı”.
AK Parti iktidarı ne yazık ki bunu yapıyor. Ve bunu yaparken kurşunu ilk başta kendini ayağına sıkıyor. “AKP Amerika’nın BOP projesinin başaktörü” veya “Bilgisayarlarda hile yapıldı, AK Parti’nin oyu çok daha düşük” diyenlerden farkı kalmıyor. Ama ne yazık ki farkında değil.
Evvelki gün Taksim’de gözaltına alınan iki Kanadalı gazeteciden biri olan Derek Stoffer ile görüştüm. CBC kanalında radyo muhabirliği yapan Stoffer ve arkadaşı Sasa Petricic Taksim meydanında kepçelerle barikatları temizleyen işçileri görüntülemek isterken “birden sivil polisler tarafından sarıldık” diyor. Ne olduğunu anlamadan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bodrum katında bir hücreyi boylamışlar. Suçlarının “polise muhalefet etmek” ve “belediye ekibinin işlerini engellemek” olduğunu öğrenen ikili Kanada hükümetinin araya girmesiyle birlikte serbest bırakılmış. “Hücrede protestocu bir gençle tanıştık, o da göstericilere sandviç götürdüğü için içeriye alınmış” diyen Stoffer yaşadıklarıyla ilgili duygularını şöyle özetledi: “Mesleğim gereği birçok çatışma bölgesine gidiyoruz. Burada tanık olduğumuz polis şiddeti belleğimizden asla silinmeyecek.”
Türk basını gerçekleri yansıtabilseydi eğer dışarıda yazılıp çizilenler öyle fazla dikkat çekmezdi. Ama medyamızın özellikle ilk günlerdeki performansı ortada. Gazetecileri işten attırarak, otosansür uygulatarak, Twitter “belasına” yasal kısıtlamalar getirerek, susturabilirsiniz. MİT’in yetkilerini genişleterek Sovyet tarzı korku devleti provalarını yapabilirsiniz. Peki, bunun adının “ileri” demokrasi olduğunu millete inandırabilir misiniz? Mayıs 31’den itibaren bu sorunun tek bir cevabı var. Hayır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.