Bu yılın 23 Mart’ı, Üstad Said-i Nursî’nin vefatının 55. sene-i devriyesidir. Her yıl gibi, bu yıl da Üstad’ın hayat ve şahsiyeti, dava ve aksiyonu konuşuldu, tartışıldı. Bu bağlamda, birçok panel, konferans, sempozyum ve açık oturumlar düzenlendi. Alışılageldik bu ihtifaller yaşanırken, “Üstad’ın mezarı nerededir?” sorusu bir kez daha gündeme oturdu. Sorunun asıl muhatapları “sağır sultan”lığa yatarken, fırsatı ganimete tahvil eden biriler de “Buldum! Buldum!” diyerek, kâşifliğe oynadılar. “Meçhul”(!) mezarın bu yılki kâşifi Necmettin Şahiner’dir...
“Said-i Nursî’nin mezarı nerededir?” sorusu, tam elli beş yıldır sorulmaktadır. Kimlerden? Tabii, mezarı tahrip eden devletlülerden. Ancak garip olan şu; cevap makamındaki asıl sorumlular yerine hep başkaları konuşmuşlar; konuşmaktalar. O başkaları da Nurculardır; Nurculuk adına mangalda kül bırakmayanlardır. Adeta “Kader adalet etmiştir” dercesine, malum ve meşhur sorumluları aklayıp-paklamaktadırlar. Bunlar, Üstad’a mal edilen “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor” ya da, “Risale-i Nur'daki a'zamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.” (Emd. Lhk. s. 204) gibi sözleri, paratoner gibi kullanarak, mezar tahribatçılarının gönüllü avukatlığını ifa etmektedirler.
Üstad’ın naaşını kaçırıp meçhule gömmenler kadar, kaçırmaya kılıf hazırlayanlar, mezar tahribatını meşrulaştıranlar da aynı derece suçludurlar; işlenen suçun ortağıdırlar. Çünkü bu sözler, “Minareyi çalan, kılıfını da hazırlar” atasözüne uygun türdendir. Üstad’ın bütün Vasiyetnameleri –orijinal halleriyle– elimizde mevcuttur ve tamamı Emirdağ Lahikası’da neşredilmişlerdir. Bunların hiç birinde bu sözleri teyid eden bir ifadeye rastlanılmazken, tamamını hükümden ıskat edecek bir başka mektubu araya sıkıştırmak ve derken bunun üzerinden 27 Mayıs İhtilalcilerinin bu şeni’ uygulamasını temize çıkarmak, –olsa olsa– bir “proje” olabilir.
Evet, Emirdağ Lahikası’nın 204. sayfasında neşredilen bu mektup (Envar Neşriyat, 1995 baskısı), şahsî tespitlerime göre bir tahrifat örneği olup “algı” oluşturmaya matuftur. Zira: 1-Bu güne kadar tashihli bir nüshası bulunmuş değildir, 2-Doğrudan Üstad’ın mektubu yerine, dolaylı olarak, onun ağzından aktarılan ifadelerdir, 3-Başlığı olmayan bir mektup olup, alışık olduğumuz “tesbih” ve “selam” ile başlamış değildir, 4-Aktaranların isimleri yerine “Hizmetinde bulunan talebeleri” gibi esnek bir ifade kullanılmıştır, 5-Üstad’ın “Vasiyetnamemdir”, “Vasiyetnamenin Haşiyesi” ve “Vasiyetnamenin Zeyli” gibi mektuplarının muhtevasına aykırıdır, 6-Başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, Sahabe-i Kiram’ın uygulamalarına ters bir taleptir, 7-Bütün Külliyat’ta, sözkonusu talebi destekleyen ikinci bir ifade yoktur, vs. vs...
Üstad’a nisbetle serdedilen yukarıdaki ifadeleri gerekçelendirme babında sarfedilen “Firavunların; dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri”, “nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri” ve “lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar” (Emd. Lhk. s. 204) cümleler de tamamen “batıl bir talep”e giydirilmiş hakça bir kılıfa benziyor. Zira aynı şeyler Peygamberimiz için de geçerlidir; tüm ashap, asfiya, evliya ve ulema için de geçerlidir. Bu zatlardan hiç birisi, mezarlarında işlenebilecek bid’alardan hareketle mezarlarının bilinmezliğini arzu etmemişlerdir, vasiyette bulunmamışlardır.
Yine Üstad’a mal edilen “Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum” (Emd. Lhk. s. 204) sözü de aynı kabildendir. Zira Peygamberimiz ihlasın zirvesindeydi; sairleri de O’nun izinden gitmişlerdir. Bu noktada, a’zamî ihlası Üstad’a has kılıp böyle bir tez geliştirmek, başta Peygamberimiz olmak üzere, Üstad’ı bütün seleflerinin fevkine çıkarmaktır ki, bu O’na iyilik değil, fenalığın ta kendisidir. Her ne ise; bu hususta ölçü “Vahhabiler Bahsi”nde denildiği gibi, ne ifrat ederek mezarları takdis, ne tefrit ederek mezarları tahrip etmektir. Doğru olanı, ‘ta’dil etmek’tir; yani Sünnet’e uygun yolu göstermektir. (Bkz. Mektubat, 355) O yolu da Üstad’dan okuyalım:
“Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki a'zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”(Emd. Lhk. s. 201) demektedir. İşte vasiyet, işte mezarına dair nihaî söz... Bu ifadeleri okuduktan sonra, sözkonusu “batıl talep”i nasıl değerlendirmeliyiz, dersiniz! Yukarıda da dediğim gibi, o bir “algı”dır, o bir “proje”dir; hedef, 27 Mayıs Cuntasını aklamaktır; sorumlu devleti, temize çıkarmaktır; olayın üstünü örtmektir.
Acaba diyorum; bu güne kadar “Hizmetinde bulunan talebeleri” denilen kimselerin hiçbirinden “Benim mezarımı gizli bir yerde kazınız; bir-iki yakınımdan başkası yerini bilmesin!” yönünde bir söz, bir vasiyet işittiniz mi? Ben işitmedim, işiten varsa, lütfen bizi de haberdar etsinler. Aksine, Üstad’ın hizmetinde bulunup vefat edenlerin tamamının mezarı bellidir; mezar taşlarında isimleri vardır ve usulüne göre de ziyaret edilmektedirler. O halde, bu nasıl bir Üstad talebeliği ve nasıl bir Üstad hizmetkârlığı ki O’na muhalefet ediliyor! Her ne ise, nereden bakarsanız, butlanı zahir bir tez olduğu ortada...
Ehl-i dünya ya da cahil Müslümanların makbul şahısları takdis etmeleri; hayatta olduğu gibi ölümlerinde de sahib-i tasarruf bilip onlara yalvarıp-yakarmaları onları mesul eder; mezardakileri değil. Aynı cehalet Peygamberimizin kabrinde de, Abdülkadir Geylanî’nin kabrinde de, sair pirlerin, seyyidlerin ve dedelerin kabrinde de gerçekleşiyor. Cehaletin topyekûn imhası lazım ki bu bid’atlerin önü alınsın, yoksa çözümü Vehhabilikte olduğu gibi kabirleri düzleştirmede, 27 Mayıs Cuntacılarının yaptığı gibi naaşları kaçırıp meçhullere gömmede, ya da bu günkü türevleri olan IŞİD’çiler gibi türbeleri havaya uçurmada arayan zihniyet, çözüm üretemez; sadece acizliğini teşhir ve kolaycılığı tercih etmiş olur.
Evet; bu “mezar” hadisesini değerlendirirken, bütün ezberlerimizi, taassuplarımızı, ön kabullerimizi, taklitçiliğimizi, iradesizliğimizi, körü körüne itaatlerimizi bir tarafa atmalıyız. Tahkik, tenkit, tahlil, taharri ve muhakeme kabiliyetlerimizi işletmeliyiz. Neden, niçin, nasıl demesini bilmeliyiz. Akl-ı selim, kalb-i selim, irfan ve iz’an ölçülerine riayet etmeliyiz. Nefis, heva ve heveslerimizin zincirlerinden azade olmalıyız. Ben yaptım oldu, ben söylüyorum doğrudur anlayışı ne kadar yanlış ise, falan yapmışsa doğrudur, o demişse isabetlidir yaklaşımı da aynı derecede yanlıştır. Bu yanlışı işlememek ne kadar mühimse, ona alet olmamak da bir o kadar mühimdir, diyorum.
Tam elli beş yıldır kaçırılıp –bizce– meçhullere gömülen Üstad’ın naaşı nerededir? Bizce faili malum ve meşhur olan sorumlulardan bunu talep etmek en tabii hakkımız iken, neden biriler bunu sabote ediyorlar? Nurculuk adına yapılan bu sabotaj nasıl kabul edilebilir ve bu sabotaja malzeme edilen bu uydurma mektuba nasıl evet denilebilir? Meseleyi neden etraflıca ve hukuk çerçevesinde ele alamıyoruz? Neden akl-ı selimle yaklaşamıyoruz? Bütün bunlar, yeni baştan bir zihinsel silkinmeyi gerektirmektedir. Şöyle bir düşünelim; adı geçen mektupta “bir-iki talebem” denilirken, talebelikle ilişkisi olmayan Necemettin Şahiner ve Abdullah Aymaz’lar nereden biliverdiler? Her yıl yeni yeni kâşiflerin türemesi, birbirlerine muhalif beyanlarda bulunması bu “meçhuliyet”in neticesi değil midir?
Yıllardır papağan gibi tekrarlanıp durulan ve “tesadüfen” ortaya çıkan “galvanizli tabut” hikâyesi ne zaman bitecektir. Abdülkadir Badıllı, bu tabutun boş olduğunu söylerken, birilerin de “kınalı saçlar”dan üstad’ı keşfetmeleri ne kadar inandırıcı olabilir? Said Özdemir, bu tabuta asidin boşaltıldığını iddia ederken, neden bir başkası bu tezi teyid etmiyor? Biriler “Barla”dadır, biriler “Sav”dadır, biriler de “Isparta merkez”dir deyip kafa karıştırırken, neden biriler de “Yahu, üç mezar olur mu?” deyip sorgulayamıyorlar? 27 Mayıs ihtilalcilerinin Abdülmecid Nursî’ye zorla imzalattıkları belgeleri referans alıp Üstad’ı ısrarla Isparta’da göstermeye çalışanlar, neden “Üstad’ımız Urfa’yı istedi; öyleyse O’nun asıl yeri, Dergâh’taki mezarı olmalıdır; oraya iade edilmelidir” deyip harekete geçmiyorlar? Başta akrabaları olmak üzere, Said-i Nursî’nin davasına gönül verenler, neden asıl sorumlu olan devletlülerden hesap sormuyorlar? Neden, neden, neden?!...
Bir Üstad ki sabahın 2.30’unda Isparta’dan Urfa’ya teveccüh ediyor; talebelerine “Hz. İbrahim’in davetlisiyim; O’nun komşuluğuna gidiyorum” talimatıyla ansızın yola çıkıyor.
Bir Üstad ki, bu Urfa talebi makbule geçiyor; şiddetle yağan yağmur, evini gözetleyen polisleri bulundukları mahalden uzaklaştırıp O’na adeta “Yolun açık olsun!” dedirtiyor.
Bir Üstad ki, talebelerine bindiği arabanın plakasını çamurla sıvatarak tanınmaz hale getirtiyor; olağanüstü takip ve tarassutlara rağmen “Urfa’ya sefer var!” diyor ve oraya varıyor.
Bir Üstad ki, acılar içinde kıvranmakta, ölümünün yaklaştığını hissetmekte olduğu halde, “Gül ve Nur Fabrikası Heyeti” dediği talebelerinin kucağında değil de Urfa’nın bağrında ölümü tercih eder.
Bir Üstad ki, keyfî, küfrî ve cebrî bir rejimin İçişleri Bakanı ile Ankara valisi Namık Gedik’in bütün ısrar ve taannütlerine rağmen, “Ben dönmeye değil, Urfa’da ölmeye geldim!” deyip, inadına Isparta’ya dönmez; Urfa’da teslim-i ruh eder.
Ve bir Üstad ki ta 50 yıl öncesinden “Ölüm bizim Newroz günümüzdür” (Münazarat) demişti de vefatı Newroz’a tevafuk etmişti. Evet; her Newroz’la mülaki olduğumuzda, Üstad’ın vefatıyla birlikte mezarını da derhatır ediyoruz ve edeceğiz de. Tıpkı bu sene hatırladığımız gibi...
Şimdi, kendisinin ahir ömründe tercih etmediği bir Isparta’yı, birilerin –cuntacıların sahte belgelerine istinaden– Isparta’ya gömdürmeleri ne kadar doğru olur, sizin ferasetinize havale ediyorum. Bu Isparta ısrarı, tıpkı O’nu Ispartalı gösterenlerin tezi gibi vahi ve çürük değil midir?
Evet; Şeyh Said ve Seyyid Rıza’ların kayıp mezarları gibi, Üstad’ın mezarını da bilen tek merci Devlet’in kendisidir. Mezarları açıklamak sorumluluğu da Devlet’in omuzundadır. Herkes kendi yükünü çekmelidir; kimse kimsenin hamalı değildir. Nurculuk adına Devlet’in hamallığına soyunmuş insanlar, vicdanlarda olduğu gibi, tarihin önünde de mahkûm olacaklardır. Elli beş yıldır mezar hırsızlarını tebriye ve tezkiye eden bu zihniyet, onların suç ortağıdır. Üstad’ın “Sizden şunu rica ederim ki, mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız!”(Emd. Lhk. s. 111) demesine rağmen, mezarının ortaya çıkmaması için gösterdikleri gayret, günahlardan müteşekkil bir lanet halkası olarak boyunlarına takılacaktır. Başkası adına hüküm vermenin uhrevî akıbetini göreceklerdir!
“Barış sürecini” adeta kutsayarak önümüze sürenler, onun bir ayağı olarak bahsi geçen şahsiyetlerin mezarlarını ortaya çıkarmadıkları sürece, bu sürecin aksak kalacağını unutmamalıdırlar. Milyonlarca sevenleri ve mensupları olan bu şahıslar, sadece gönüllerde değil, göz önünde de olmadırlar. Bir avuç ta olsa, naaşlarından arta kalan kemiklerinin kabirlerine iadeleri ve sevenleriyle buluşturulmaları gerekir.
Başta Üstad olmak üzere, Şeyh Said ve Seyyid Rıza’nın –itibarlarıyla birlikte– asıl mezarlarına iadeleri aciliyet kesbeden bir durumdur. Dersimlilerden özür dilemek, Risale-i Nurlara sahiplik görüntüsü vermek sözde bırakılmamalıdır; bu zatları mezarlarına teslim ederek, sözleriyle özlerinin muvafakatini ispatlamalıdırlar. Unutulmamalıdırlar ki, zulmü işleyenler kadar, zulme sessiz kalanlar da zalimdirler.
Biriler, örgütsel ve ideolojik bağnazlıklarla; millî ve vesayetçi siyasetlerle kendilerini kandırabilirler, ama bahsi geçen mezarları gün yüzüne çıkarmadıkları sürece, onlar da kadim suçun suç ortağıdırlar. Zira iktidarları dâhilinde olan bu sorunu çözmek, bu gün onların sırtına binmiştir. Ya çözecekler, ya çözecekler! Vesselam...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.