F. Gülen’den seyyidleşme ve seyyidleştirme çabaları- IV (“Küçük Dünyam” Çerçevesinde)
“Küçük Dünyam” hatıra kitabında göze çarpan bir diğer handikap ise, Gülen’in seyyidliğe dair ortaya koyduğu tezleridir. Daha çok Ahmet Akgündüz’le gündeme gelen seyyidlik tartışmaları, meğerse evveliyatı itibariyle Hoca Efendi’nin bilinçaltında yatıyormuş ve hafızasında mahfuz tutuluyormuş. Küçük Dünyam’ı okuduğumda, Hoca’nın hafızasından ajandasına yansıyan bu tezlerin ne kadar sıklıkla işlendiğine şahit oldum. Adeta bir kanaviçe gibi... Ustaca bir zihniyet dizaynıyla... Bir başka ifadeyle, tam bir zihniyet mühendisliği...
Dini referansları kullanarak dünyalık mevki ve ikballer peşinde olan kimseler, içine girdikleri ihtiras labirentinde, kendi emellerine hizmet edecek hiç bir temayül ve teşebbüsten hazer etmez; rastgelen her türlü vesileye başvurur. Nihayet, adı zikredilen Hoca Efendi de dinî ve manevî argümanları kullanarak kendisine bir mevki devşirmeye say ederken, Bediüzzaman gibi şahsiyetleri de kendi kulvarına taşıyarak mensubu olduğu etnik kimliğinden koparmak için özel bir strateji geliştirmektedir. Genelde Ortadoğu toplumlarının maneviyat ve psikolojisini iyi okuyan zihniyet mühendisleri, bu insanları nasıl yönlendireceklerini ve musahhar kılacaklarını çok iyi becerirler.
Dindar ve dinî unsurlara son derece saygılı olan insanımız, kendisine uzatılan dinî ya da din görünümlü elleri hep tutmuş ve bu temelde öpüp kafalarına koymuştur. Ama bu durum, birilerince ustaca ve sinsice kullanılmış; o insanların maddi-manevi köleleştirilmesine ve istihmarına (eşekleştirilmelerine) alet kılınmıştır. Hiç unutmam, tanıdığım üç arkadaş, şeyh olarak bilinen birinin ziyaretine gitmişler. Kendilerinin anlatımıyla, bu şeyh çevre köylerden gelen fakir-fukara insanların getirdikleri hediyeleri –istisnasız– kabul ediyormuş. Yağ, bal, ceviz, koyun, keçi ve daha neler neler... Hâlbuki bu köylülerin çoğu, nefesleri kokacak kadar aç insanlar... Üç arkadaştan biri şeyhe sormuş:
- Şeyhim, muhtaç olmadığınız halde, neden bu zavallılardan gelen hediyelere evet diyorsunuz. Hâlbuki siz seyyid olduğunuzu söylüyorsunuz; Peygamberimiz sadaka ve zekâtları bile kendine ve Ehl-i Beyt’ine haram kılmışken, siz nasıl olur da gelen her şeyi kabul ediyor, mülkiyetinize geçiriyorsunuz. Üstelik bu zavallılar, kendi çocuklarının boğazından kısarak getiriyorlar!... Hiç unutmam, arkadaşın ifadesine göre, şeyh şöyle bir cevap vermiş:
- Gençler, sizler üniversite mezunu ve aynı zamanda ilahiyatçısınız. Sizi aldatacak durumda değilim; doğrusunu söylemem lazım: Bu gelen insanlar kendilerini eşek yerine koyuyorlar; henüz insan olduklarının farkına varmış değillerdir. Eşeğe karşı yapılacak tek muamele, ona binmek ve yük taşıtmaktır. Yok, eğer iradelerine sahip çıkıp insan olduklarının bilincine varırlarsa, o takdirde bizleri üzerlerinden atar, çifteyi yapıştırır, bize hakkettikleri dersi verirler. Ama yok, şu an bulundukları konumu kaderleri olarak görüyorlar. Herkes kaderinin mahkûmudurlar...
Üç arkadaş, verilen cevap karşısında şoke olmuşlar. Her ne kadar şeyhe bazı yeni sorular tevcih etmişler; “Milletin efendisi, millete hizmet edendir”(Keşfü’l-Hafa, 1/463) hadisini hatırlatmışlarsa da, şeyh bindiği daldan inmemiş, bildiğine ısrar etmiştir. Ancak şeyhin sarfettiği bu sözler, gerek o arkadaşlarda, gerek bizde ve gerekse bizden sonrakilerin hafızasında önemli bir iz bırakmıştır; bırakacaktır. Bütün ezilen ve tahakküm altına alınan kitleler için unutulmaz bir mesajı içermektedir. Anlayanlar için...
Evet, din üzerinden yükselenler, yüklenenler, tahakküm ve tagallüp kuranlar, sömürüp semirenler, istismar ve istihmarlaştıranlar, iradesizleştirenler, uyutanlar, uyuşturanlar, akıl ve zihin melekelerini felce uğratanlar oldukça, barındırıldıkça, itibar ve hürmete mazhar kılındıkça, bu halkın kurtulma ve kendini bulma şansı olmayacaktır. En vahimi de, her geçen gün bu dinin özüne ve ilahî yanına zarar vermeye devam edeceklerdir. Hâlbuki bu din, yani İslamiyet; özü itibariyle fikir ve irade özgürlüğünü tanıyan, zulüm ve tahakküme geçit vermeyen, maddi-manevi sömürüyü son veren, kullara kulluğu değil, Allah’a bağlanmayı esas alan, mazlum ve mağdurlara sığınak, zalim ve zorbalara düşman bir dindir. Her ne ise, Hoca Efendi’nin seyyidlik iddialarına dönelim:
Hoca Efendi, kitabının henüz başında iken, rivayeti ve kerameti kendinden menkul bir iddiada bulunuyor; diyor ki: “Bir Bediüzzaman’ın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerden zuhuru, yani o şecerenin (Seyyidler soyu, s. 4) menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyen tesadüfî değildir. Hizan ve Nurs, yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potansiyel meydana getirmiştir.”(s. 5)
Bu paragraf, öteden beri tartışıla gelen Bediüzzaman’ın seyyidliği iddiasının ilk icatçı ve müdafilerinden birinin de Fethullah Gülen olduğunu ortaya koymaktadır. Hiç bir delil ortaya koymadan, hiç bir belge ibraz etmeden ve Bediüzzaman’dan da hiç bir delil getirmeden kafasına estiği gibi bir iddiada bulunmaktadır. Seyyidlik iddialarına dair daha önceleri geniş açıklamalarda bulunduğum için, tekrarını zait görüyorum. Ancak Hoca’nın bu iddiaya kendini inandırdıktan sonra Bediüzzaman’a meylettiğini görmekteyiz. Çünkü kendisi, gördüğü bir rüyaya müsteniden Bediüzzaman’a intisap ettiğini, yani bu rüyada Bediüzzaman’ın –güya– seyyid olduğu kendisine bildirildikten sonra bu teveccühün gerçekleştiğini söylemektedir.
*
Hoca’nın seyyidlik ve seyyidlere dair geliştirdiği tezlerinden biri de, seyyidlerin göç yollarıyla ilgilidir. Hoca’ya göre, güya “Arap Yarımadasını terk eden ve sığınacak yer arayan Ehl-i Beyt ve onları sevip destekleyenler ekseriyetle kendilerine sığınak ve melce olarak Bitlis ve yöresini tercih etmişlerdir.” (s. 4)
Hoca’nın bu tezine “evet” demek mümkün değildir. Çünkü bu gün itibariyle, bizdekinden çok çok fazlası Ehl-i Beyt mensupları İran’da, Hindistan’da, Pakistan’da ve Afganistan’da bulunmaktadırlar. Hatta bu coğrafyanın dışında da, mesela Orta Asya ve Balkanlarda bile bu iddiada bulunan yığınlarla aile bulunmaktadır. Dolayısıyla böylesi sübjektif ve tamamen şahsî his ve kanaatler üzerinden yürütülen tezlerin savunulacak bir tarafı yoktur ve olamaz.
Bir de, sadece Ehl-i Beyt’ten olanlar değil, onları sevip destekleyenler de meğer Bitlis yöresini tercih etmişlermiş!... Tarihsel olarak bunu ispat etmek mümkün olmadığı gibi, bu bölgeye sığınan ailelerin de kimler olduğuna dair elimizde kesin delillerimiz mevcut değildir. O halde, zan ve şahsî kanaatler üzerinden bir seyyidler haritası oluşturmak ve onlara dair demografik verilerle ortaya atılmak asla doğru değildir, ilim ve tahkik ehline yakışmaz.
Bu gün için “seyyidim” diyenlerin büyük çoğunluğunun şeceresi mevcut değildir. Şeceresi olanların da bir kısmının şeceresi kendi tanzimleri olup resmî mühür taşımazlar; yani Nakibü’l-Eşrafların tasdikatından geçmiş değillerdir. Bilim ve teknolojinin altın çağını yaşadığı günümüzde, bu şecerelerin laboratuar tahlillerinden geçirtilmesi ve şecere sahibi olduklarını iddia edenlerin de ilmî bir heyet tarafından gerçek soy kütüklerinin ortaya konulması ivedilik kazanmıştır. Yoksa bu hamur çok su götürecektir...
*
Said-i Nursî’yi seyyidleştirip ona Kürdlüğü layık görmeyen Hoca Efendi, kendisi hakkında da öteden beri dönüp dolaşan “Kürdlük” söylentisine adeta kesin bir son vermek niyetiyle, annesinin sarfettiği bir söze göndermede bulunuyor ve nihayette zihinlerde kendisinin de seyyid olduğuna dair ciddi bir istifham uyandırıyor. Kendisinden okuyalım: (Baba ve anne tarafının seyyid olduğuna dair sorulan bir soru üzerine)
“Olabilir, öyle diyorlar. Ancak bu mezvu bizim aile içinde ne annem ne de babam tarafından konuşulmazdı. Ben annemden iki defa böyle bir merbutiyetten bahis duydum. Her ikisi de şerecenin kaybolduğundan bahsederken oldu. Babam daha da dikkatliydi. Ahmed dedem de bu mevzuda bir şey anlatmazdı. Zaten çok az konuşurdu. Ben daha çok bu tür konuşmalara yakın akrabalarımızda muttali oldum. Ancak, şu anda şecere var mıdır, yok mudur onu da bilmiyorum. Onun için kesin bir şey söylemem mümkün değil...” (s. 28)
Dikkat edilirse, Hoca, “Hayır, değilim, iddiadır” demiyor, aksine, “Olabilir, öyle diyorlar, annemden iki defa böyle bir merbutiyetten bahis duydum, her ikisi de (annem ve babam) şecerenin kaybolduğundan bahsederken... daha çok bu tür konuşmalara yakın akrabalarımızda muttali oldum... şu anda şecere var mıdır, yok mudur onu da bilmiyorum. Onun için kesin bir şey söylemem mümkün değil...” gibi ifadelerle, istifhamlı cümleciklerle üstü kapalı bir şekilde seyyid olduğunu ima etmektedir.
Bu seyyidlik kompleksi, maalesef bölgemizde bir paranoyaya dönüşmüş durumdadır. Biraz ilmi olan, biraz medeniyet ve nezaketten hissesi olan, biraz üstü başı temiz, siması parlak, eli-ayağı düzgün olan kimseler, halk nezdinde ya beylere ya seyyidlere nisbet edilir; öylece anılmaya başlanırlar. Hatta başımdan geçen bir olayı nakletmekte fayda görüyorum:
Diyarbakır’dan Bitlis’e giderken, Silvan’da yanımdaki koltuğa oturan 65–70 yaşlarındaki bir amaca, birden ani bir hareketle ellerime sarılmak istedi. Ben de aynı hızla ellerimi çektim ve bu tuhaflığa tepki gösterdim. Amca, “Sen seyyidsin, müsaade et, elini öpeyim dedi!” Ben, her ne kadar “değilim” dedimse de o inanmadı, başladı ayaklarıma doğru eğilmeye. Bu durum beni hayli rahatsız etti; “Seyyid olduğum alnımda mı yazılı be amca!” dediğim de, “Evet, senin başında yeşil takke var; bu seyyidlik alâmetidir” dedi. Ben de hemen o külahı kafamdan çıkarıp cebime koydum ve başladım kendisine anlatmaya... İşte makûs talihimiz böyle. Din üzerinden bu toplumu sömürmek o kadar kolay ki!...
Kürdlerin coğrafyasında “Seyda” diye bir kavram var; bu kavram “ders veren” manasında olup daha çok medrese mollaları için kullanılır. Ne yazık ki, bu seyda kavramı, cahil insanlarımız tarafından “seyyid” şeklinde algılandığı gibi, bazı kurnaz ve politik davrananlar tarafından da sırf seyyidliğe meylettirip Kürdlükten insilah amacıyla tedavüle sokulmaktadır. Her ne ise... Gülen Hoca’nın da nihayette seyyidliğe soyunduğunu görmüş olduk. Hiç şüphesiz bu iddiası o günden bu güne ete-kemiğe yeterince büründürülmüş olup, bu gün için mensuplarınca kabul-ü ammeye mazhariyet kesbetmiştir, zannedersem.
*
Gülen Hoca, seyyidlik konusunda yaptığı tahşidata ilaveten, bir de seyyid olduğunu söylediği Salih Özcan hakkında da, “Salih Özcan, saygı duyduğum bir insandır. Seyyidlerden olması da onu sevip saymama ayrıca tesir eden hususlardandır” (s. 62) demektedir. Böyle bir yaklaşım, âlim ve arifçe bir yaklaşım değildir. İslâm’da nokta-i nazar, iman ve amel-i salihtir, seyyidlik ve şeriflik değildir.
Dolayısıyla, birinin seyyidliğine vurgu yapmak; o vurgu üzerinden ona değer biçmek, İslâmî de değil, ahlâkî de değildir. Necabetin ve ululuğun ölçüsü, takva ve salih ameldir, soy-sop gibi maddî-biyolojik mensubiyetler değildir. Öte taraftan, seyyidliğinden ötürü kendisine sevgi ve saygının peşkeş çekildiği şahıs, Nur Camiası içinde ilk defa Üstad’ın seyyidliğini iddia edip bir şayia gibi sağa-sola yayan kimsedir. Üstelik hiç bir mesnedi olmadığı halde...
İslâm’ın öngördüğü husus, iman ve takvadır, soy-sop ve hanedanlık değildir. “Kızım Fatma, sana ancak senin amellerin fayda verebilir, babanın peygamberliği değil!” (Taberanî, Mevedde) hadisinden haberdar bir âlim, sıradan biri gibi konuşmaz, konuşmamalıdır; kılı kırk yararcasına, on düşünür bir konuşur; öyle her akla geleni dile dökmez; önce kalpte pişirir, hazmeder, sonra telkin eder. Yani Üstad Said-i Nursî’nin deyimiyle, “Âlim-i mürşid koyun gibi olur, kuş gibi olmaz. Koyun yavrusuna musaffa (süzülmüş) sütü, kuş yavrusuna kusmuk verir.”
*
Hoca’nın seyyidlerle ilgili tezlerinden biri de, onlar için Bitlis’i bir üs olarak seçmesidir. Bitlis’in seçilmesini kaderin bir cilvesi olarak değerlendiren Hoca, şöyle demektedir: “Bitlis yöresinin seçilmesi, kaderin garip bir cilvesidir. Geylânîlerin ve diğer tarikat kollarının burada zuhuru, Ancak Selçukluların Anadolu’ya gelip yerleşmesinden sonra olmuştur. Kar-kış kalkmış, köhne Bizans hâkimiyeti bertaraf edilmiş, diğer taraftan da Emevî ve Abbasî zulmünden emin olunmuş bu seyyidler soyu, belli tarikatlerin içinde ve başında kar çiçekleri gibi açmaya başlamıştır.” (s. 4)
Ne kadar edebî ve efsunlayıcı(!) ifadeler değil mi? Selçuklular gelmezden sadece yabanî hayvanlarla cin ve ifritlerin cevalangâhı olan Kürdistan, ancak Selçuklularla hakiki sakinlerine kavuşmuş ve derken bu emin ortamın kokusunu alan “seyyidler soyu” burada peydahlanmaya başlamıştır. Kürdlerin ta Hz. Ömer döneminden beri Müslüman olduklarını herhalde Hoca da biliyordur. Anavatanları Zagrosların dışında, Kürdlerin, Güneydoğu Toroslar, Elbruzlar ve Kafkaslara kadar yayıldıkları, yine tarihî-coğrafî bir gerçekliktir. Bu gerçekliği gözardı ederek, sadece görmek istediği pencereden tahlillere girişmek, uluorta tezler ileri sürmek, ilmin de, bilimin de ırzına geçmektir.
Evet, Kürdler, ta evveliyatından beri seyyidler cemaatini sevmekte ve saygılıdırlar. Müslüman oldukları günden beri, İslam mızrağının ucu oldukları gibi, vatanlarını da, sinelerini de Müslümanlara açmışlardır. Bu Müslümanlar, hassaten Peygamber ailesinden ise, sahiplenme hassasiyetleri katmerleşmiş, onlar adına her türlü fedakârlık göze alınmıştır. Geçmişten günümüze bu hassasiyet, halen diri ve bütün tazeliğiyle devam etmektedir. Amma...
Evet, ama diyorum, Kürdistan’da hiç bir zaman seyyidler kesafet oluşturmuş değillerdir. Seyyidleri yoğun bir nüfusmuş gibi göstermek ya da Kürdlerin ekseriyetinin seyyid olduğunu ileri sürmek, tipik bir iğfal ve manipülasyon örneğidir. Doğrudur, bu topraklara iltica etmiş ve Kürdlerce himaye görmüş, hürmetlerine mazhar olmuş seyyidler vardır, yok sayılamazlar; ama birilerinin zannettikleri kadar da yoğun bir nüfusa sahip değillerdir. Mahdut sayıdaki tanınmış ailelerdir. Irkçı ve asimilasyoncu tezler ne kadar saçma ise, Kürdleri topyekün seyyid gösteren yaklaşımlar da bir o kadar saçma ve temelden yoksun iddialardır.
İslâm coğrafyasında, seyyidlere tanınan ayrıcalıklardan dolayı, yani gerek askerlik yaptırılmamaları, gerek belli bir maaşla taltif edilmeleri, gerek vergiden muaf olmaları, gerek bürokraside ayrıcalıklara tabi kılınmaları ve gerekse toplum nezdindeki itibarlı ve ihtiramlı konumlarından ötürü, sadece gerçek seyyidler değil, bunların bir kaç katı fazlasıyla sahte seyyidlerin peydahlanmasına sebep olunmuştur. Birçok aile kendi yanlarında sahte şecereler tanzim ederek cahil ve tahkiksiz halka kendilerini yutturmuşlardır. (A. Akgündüz’ün Said-i Nursî’ye dair hazırlattığı sahte şeceresi gibi).
Bu durum, devleti ve işin ehli yetkili birimleri ilgilendiren ciddi bir sorundur. Bilimsel anlamda bunun tahkike ve gerçekleriyle sahtelerini birbirinden tefrik edecek bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Her ne ise...
*
Ekseri seyyidleri Bitlis’e yerleştiren Fethullah Gülen, onun bir adım sonrasının neye tekabül ettiğini de biliyorlar mı acaba? Bütün Kürdlerin aslı seyyiddir... Bu tez ile Hüseyin Hilmi Işık’ın tezi aynıdır, aynı kapıya çıkar. Bakın Işık ne diyor: “Bugün, kürd dediğimiz zeki, sabırlı, çalışkan kimseler, hep o mübarek insanların soyundandır. Yani Kürdler iki kısımdır: Bir kısmı, Nûh Aleyhisselâm’ın oğlu Yâfes evlâdından olup, çok eskiden Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş, dağlarda göçebe hâlinde yaşayan, kaba, câhil insanlardır... Kürd denilen insanların ikinci kısmı ise, şehirlerde oturan medenî, nâzik insanlardır. Bunların hemen hepsi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı Kirâm’ın “aleyhimürrıdvân” evlâdlarıdır.” (Saadet-i Ebediye, s. 377)
İşte bize reva görülen kıymet bu kadarcık. Payımıza düşürdükleri, sadece kabalık, cehalet ve göçebelik. Üstelik de Orta Asyalılık! Medeni, nazik kısmı ise zaten Kürd değiller, hepsi Peygamber ve Sahabî çocukları.... De gel de bu pirincin taşlarını ayıkla!
Evet, bütün “Şark”ı seyyidleştiren, yani soy itibariyle Araplaştıranlar, bunu bilinçli ve bir projeyi gerçekleştirmeye matuf olarak yapmaktadırlar. Zahiren Peygamberimizin soyuna nispet ederler, hakikatte ise Allah’ın verdiği fıtrî özellikleri köreltmek, Kürdlük kimlik ve bilincini dumura uğratmak ve derken bu farkındalığı tümden silip yok etmektir. Ama iş kendileri olunca, akan sular durur, nefesler tutulur, cin ve melekler kutlamalarda bulunur, varlıklar selam ve saygıya durur, ölüler dahi dirilir, amuda kalkarlar. Allah insaf versin! Ne hikmetse, kendilerine herşey helal ve mübah, Kürdlere ise haram ve günah oluyor! Fe’tebirû....
*
Kerbela katliamından kurtulan tek erkeğin, Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin olduğunu biliyoruz. Ama bir Zeynelabidin’den milyonları türeten anlayışı anlamakta zorlanıyoruz. İslâm’ın içine bu “kast sistemini” ve “seçkincilik zihniyeti”ni yerleştiren lanetlik anlayışın düştüğü ve düşürmeye çalıştığı seviyeyi düşündükçe, “yuh!” ve “tuh!” demekten öte, bir ifade bulamıyorum. Seçkinliği soy-sopa değil, iman ve amel-i salihaya (takva) münhasır kılan Kur’an ve Sünneti silindir gibi ezip geçen bu “cahiliye” anlayışını, bu Budist ve Hinduist Kastisizmi dayatanları sadece Kahhar-ı Zülcelal’in muhasebe-i uzmasına havale ediyoruz.
*
Hoca’nın Bitlis’e izafe ettiği “alamet-i farika” ve “imtiyazlı konum”, şu cümleleriyle daha bir ete kemiğe bürünmekte, asıl niyetini daha da netleştirmektedir. Bakın ne diyor: “Sâdat (seyyidler) ve onların sempatizanları, dine cibillî olarak bağlıdırlar. Adeta bu yöre (Bitlis ve çevresi) “Mülteka’l-Bahreyn” olmuş. Yani esas devletteki gücü temsil eden Türk boyları ile İslâmî ruhu hakikatiyle temsil eden mana ve hakikat erleri, sâdat ile birleşerek bir derya meydana getirmişler. Ve fizikî olarak bu deryayı Van Gölü temsil etmektedir.”(s. 5)
Dikkat edilirse, koca bir yöreden bahsediliyor, ama ön plana çıkartılanlar seyyidler ve Türk boylarıdır. Kürdlerden bahis yok ve asla gündeme alınmamıştır. Mana erleri dedikleri seyyidler ile devlet gücünü temsil eden Türk boylarını kucaklaştıran bu açıklamalar, Hoca’nın Kürd gerçeğine ne kadar uzak ve hatta ne kadar yabancı olduğunu göstermiyor mu? Bu bilinçli unutturmayı nasıl açıklamalıyız? Kucaklaştırdığı ve aslında Kürdistan’ın sonraki konuklarını olan bu iki taifeden bir “deniz”(bahr) teşkil eden anlayış, Van Gölü havzasını da bunun maddî, fizikî numunesi olarak takdim etmektedir.
Bir Hoca ki, ailece aslen Kürd olan Alvar şeyhlerine mensupturlar ve bu ilim havzasından tefeyyüz etmişlerdir; ancak bir Kürd bölgesinden bahsederken, dinî unsur olarak sadece sâdattan (seyyidlerden) bahseder ve siyasî, idarî erki temsilen de Türk unsurundan bahseder. Binlerce medrese, molla ve fakîleriyle, meşayih ve zaviyeleriyle, ilmî ve âlimleri destekleyen, himaye eden mîrlerinden asla bahsetmez, bu çevreleri seven, sayan ve sahiplenen Kürd halkını asla dile getirmez; profesyonel bir demagojiyle nisyana mahkûm eder...
İşte bu noktada, Kürdlerden kimi kesimlerin İslâma karşı soğuk davranmaları, hatta tavır koymalarını değerlendirirken, din adına Kürdlere reva görülen bu dışlanmışlığı, bu hesaba katılmayışlığı, bu psikolojik tasfiye ve asimilasyon taktiklerini gözardı etmemeliyiz. Ve hiç şüphesiz bunda, din adına hareket edenlerin ve kendilerini dinî temsil konumunda görenlerin payı azımsanmayacak kadar büyüktür, büyüktür, büyüktür...
Hoca’nın gerek meskat-ı resi olan memleketi ve gerekse hatıralarına konu edindiği Doğu Anadolu ve hassaten de Bitlis ve hinterlandından bahsederken sürekli olarak belli bir etnisiteyi gözlerimizin içine sokması, hem ilim adına, hem âlimlik adına ve hem de kanaat önderliği adına büyük bir teessürü muciptir ve söylediklerinden fevkalhad müteessiriz. İşte aynı kitabından iktibas ettiğimiz şu ifadelerine bakalım:
“Anadolu’da, Türk boyunun edâ edeceği nice fonksiyonlar vardır. Denilebilir ki, Türk boyları için tarihindeki geçmiş dirilişlerinin yanında İslâm’la yeniden dirilişe erme, İslâm’ın en yakını sayılan Ehl-i Beyt’le olmuştur. Buna bir manada telkih denebilir. Sanki Bitlis ve özellikle Ahlat, o aşılmaz dağ ve vadilerini, Ehl-i Beyt düşmanlarına karşı bir silah gibi kullanmış ve zulümden kaçan veya İslâm’la bütün mana erlerine de bağrını, sinesini alabildiğince açmış ve onları koruma altına almıştır. Bitlis ve yöresi, mana adına öyle münbit bir toprağa sahiptir ki, Anadolu’yu ışık huzmeleriyle yönlendirecek bütün seçkin insanlar burada yetişmiş, boy atmış ve dal-budak salmıştır.”(s. 59)
Fethullah Gülen Hoca, bu ifadelerinde de bir taraftan özel hassasiyeti olan Türklük vurgusunu alabildiğince işlemiş; diğer taraftan bir Türk-İslâm sentezciliği (telkih) yaparak yine bildiğini okumuştur. Bölgenin adeta dominant unsuru olarak Türk boylarını ve Ehl-i Beyt evlatlarını nazara vererek, asıl unsur olan Kürtleri dışarıda tutmuştur. Özellikle de Ahlat vurgusuyla, kendisine bir hisse ayırmakta, bir nokta-i nazar olmaktadır. Çünkü Anadolu’yu aydınlatan bütün seçkin adamları Bitlis’e, Ahlat’a münhasır kılmakla tipik bir mübalağa ve yanlış bilgilendirmeye imza atarken, “özellikle Ahlat” ifadesiyle adeta burayı hiç tanımıyormuş gibi, dağ ve vadilerine dikkat çektirmesi ve yine mübalağakâr bir deyimle buraları seyyidlerle doluşturması gerçeğe nasıl bir hayal forması geçirdiğini göstermektedir.
Hâsıl-ı kelâm: Gülen Hoca’dan yaptığımız bu alıntılar, Hoca’nın “Seyyidlik” ve “Kürdlük”e dair zihin dünyasını ve algılarını anlamak noktasında –sadece Küçük Dünyam çerçevesinde– ortaya koyduğumuz bazı anektodlatlardan ibarettir. Bütüncül bir değerlendirmeye yetecek kadar olmasalar da, en azından mevzumuz ölçeğinde bir bakış açısı kazandırmıştır, zannedersem.
Allah’ın selamı hidayete tabi olanların üzerine olsun!...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.