• BIST 9367.77
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 7 °C
  • Diyarbakır 9 °C
  • Ankara 15 °C
  • İzmir 19 °C
  • Berlin 0 °C

Ey ulema(!) Evinize dönün!

Abdullah Can

Her koyun bacağından asılır” diyemeyeceğim için, gerektiğinde bu ülkenin ulemalarıyla da pençeleşirim. Bu günlerde, yine “Neyime lazım!” diyemeyeceğim iki ulemanın yazılarına tesadüf ettim. Biri, Yeni Şafak’ın yazarı Hayrettin Kahraman, diğeri Zaman’ın yazarı Ali Ünal. Birinin yazı başlığı “Niçin AK Partiye Oy Vermeli?”, diğerinin başlığı “Bediüzzaman, Siyaset ve Partiler” şeklidedir. Herkesin ve kesimin kendine göre siyasî bir tercihi vardır veya yoktur; buna bir diyeceğim yoktur; saygı da duyarım. Ancak, öteden beri söylenegelen, “Camiye ve kışlaya siyaset girmemelidir” sözünün ne kadar doğru ve yerinde olduğunu, bu iki yazıyı okuyunca anladım. Her iki yazı, “Tuzun bile kokuştuğunu” gözler önüne sermektedir.

Bu iki zat (numune olarak sunuyorum; çünkü emsalleri hayli çoğalmış), ta evveliyatından beri Müslüman gençler arasında parmakla gösterilen örnek şahsiyetlerdendi. O dönemde, siyasetten(kastım politikadır), siyasî kaygı ve kavgalardan uzaktılar. Ünal’in “Mekke Resullerinin Yolu”, “Nebevî Tebliğ” ve “Kur’an’da Temel Kavramlar” gibi kitapları, gençlerin başucu ve en çok okunanlardandı. Hayrettin Hoca’nın “İslami Hareket Öncüleri” serisi ve fıkha dair eserleri de aynı kulvarın vazgeçilmezlerindendi. Peki, o günden bugüne neler değişti? Bu zatlar neden herkesin okunanı değil de, belli bir kliğin mahkûmu oldular? Temel sebep, ortadadır; o da siyasete bulaşmalarıdır. Açık ve net olanı budur.

İki günü müsavi olan ziyandadır” hadisini en çok terennüm edenler, bizim ulemadır; ama her günü bir öncekinden daha vahim geçen de –ne yazık ki– yine onlardır. Her biri, bir gazetenin köşesine sinmiş, “Kendi çalıp kendi oynar” hale gelmişlerse, bunun muhasebesi, herkesten daha çok onları ilgilendiren bir sorumluluktur. Neden herkesçe okunmuyorlar? Ve neden hep eleştiriliyorlar? Çünkü hiç bir hizbin ve kliğin tekeline giremeyecek kadar engin ve cihanşümul olan İslâm’ı ve İslâmî davayı, yaslandıkları ve umut bekledikleri kendi kliklerinin tekeline terk ettiler de ondan. Ben Müslümanım diyen bir insan, özellikle de bir âlim, eğer bütün siyasetlerin fevkinde olan mukaddes İslâm’ı ve onun kuşatıcı davetini bir zümrenin, bir partinin, bir ırkın, bir cemaatin ya da tarikatın hizmetine, insafına terk ederse, bilmiş olsun ki onun tahribatı, en az din düşmanlarınınki kadar yıkıcıdır.

Dört yılda bir gidilecek sandık uğruna, yıllara sığmayan, zaman ve mekânları aşan İslâm’ı feda ederseniz, onu bir siyaset malzemesine ve ayrıştırıcı alete dönüştürürseniz, biliniz ki bütün bu milletin de, ümmetin de vebali sizin boynunuzadır. Kapıları, herkese ve kesime sonuna kadar açık bırakılan bu rahmanî dergâhtan, şucusun-bucusun, bendensin-değilsin, dostsun-düşmansın, vatanseversin-hainsin gibi yaftalamalarla sağa-sola savurursanız, kendinize değil, mensubu olduğunuz klik ve hizbinize de değil, doğrudan doğruya İslam’a ihanet etmiş olacaksınız. Darbeler, şahsınıza değil, İslam’a gelecek; hakaretler, size ve meddahlığını yaptığınız yeni amentünüze değil, kullandığınız dine ve kitaba edilecektir. İşin vahameti açıktır, gözler önündedir. Buna rağmen, nedir bu inat, nedir politik ısrarcılığınız?

Diyorum ki, evinize, aslınıza, kitabınıza, vazifenize dönün ve istiğfarda bulunun! Siyaseti, partizanlığı, hizipçiliği, kavmiyetçiliği, tarafgirliği ihsas edici her türlü teşebbüs ve temayüllerden uzak durunuz! “Allah’ın azabı çetindir; o gün, kimsenin kimseye şefaati ve aracılığı kabul görmeyecektir. Her biriniz, kendi ellerinin (kesbinin) cezasını görecektir.” Kalplerde, kafalarda taht kurmak ve tekrardan milyonların okuyanı, dua alanı olmak istiyorsanız, yuvanıza dönün ve dalın tefekkür ve murakabeye! Sorun kendinize; “Neden bu bataklığa daldık ve neden misk u anber zannıyla bu siyaset çirkefini yüzümüze-gözümüze bulaştırdık; bulaştırmaktayız?” Evet, siyaset ki, meleği şeytan, şeytanı melek gösterten bir kalp körlüğüdür. Durum böyleyken, ne zaman “Allah bes, gayrı heves” diyeceksiniz?

Ey Ünal, ne oldu sana? Sen ki dört gözle yazılarını intizar ettiğimiz bir münevverü’l-kalp ve akıl idin! Neden o “nuranilik”ini koruyamadın? Yoksa imanı, dilinden kalbine indirmemişlerden mi olduk? Neden sadece hak ve hakikatin sesi ve müdafisi olarak kalmadın? Bir hizbe dayanıp bir diğeriyle kavgaya tutuşmak ar değil midir? İslam’ın rahmet, hidayet, mürüvvet ve müsmaha saçan nuranî yüzünü ve şifadar özünü neden haykırmıyorsun? Sen ki, “Birini imanına vesile olursanız, bu sizin için, güneşin üstünde doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır” hadisini herkesten daha çok bilenlerden iken, neden bu vazifeye azm u cezmle koyulmuyorsun? Milyonlarca gencin helaketine seyirci mi kalacaksın? Siyaset(politika), tarafgirlik ve cemaatçilik bu kadar da mı hayatîdir sence?

Ey Ünal, “Nefsini unutanlardan olma ki, unutulacaklardan olmayasın!” Herkesten daha çok kendi nefsine nasihat et ve onu ıslaha çalış! De ki, “Ey nefsim; sen Özal, Demirel, Koalisyon ve Cunta dönemlerini yaşadın; her gün onlarca insan, ya öldürülüyordu, ya da faili meçhullere gidiyorlardı; sen nerelerdeydin? Ey nefsim; Müslümanların bütün mukaddes değerleri ayaklar altına alınmış, hakaretlerin en adilerine muhatap idiler; biriler bunları reva görürken, sen nerelerdeydin? Ey nefsim; benim Hocam(F. Gülen), siyasetçilere, ihtilalcilere neşideler dizerken, sen nerelerdeydin? Ey nefsim, benim cenahımdan olmayan Müslümanlara enva-i çeşit zulüm, işkence ve mahkûmiyetler yaşattırılırken, sen nerelerdeydin? Ey nefsim, benim yanı başımda Kürtlerin her türlü insanî, medenî ve fıtrî hakları gasp edilirken; benim gazetemde, Mehmet Kafkas 3 gün boyunca ‘Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur’ derken, sen nerelerdeydin?...” Lütfen söyler misin! Sen nerelerdeydin?

Ey Ünal, ne zaman Bediüzzaman’ın yakasından düşeceksiniz? Ya da tavsiyem, ne zaman gerçek bir Bediüzzaman izleyicisi olacaksın? Senin Hocan(F. Gülen) halen ona Pir-i Mugan derken, sen ne zaman “Yeter be! Üstad ne tarikat şeyhidir, ne de meyhanecilerin piridir; o bir âlimdir, bir imamdır; her iki durumda da, mecazınız isabetsizdir!” diyeceksin? Bu gün kıyasıya kavgaya tutuştuğunuz partiyle, daha düne kadar sarmaş-dolaş nimetlerden istifade ederken, neden “Yahu şu milletin mal-i müştereğini ve iradesini bu kadar hovardaca kullanmayalım; bunlar bize helal değildir” demediniz? Ve şimdi, zararı size dokununca, neden eski dostları “hırsız” ve “arsız” ilan ettiniz? Hani ya, Ömer Bin Abdülaziz halife olduğunda, ilk iş olarak kendisine ve hanımına ait olan zinet ve serveti beytülmale teslim etmişti de, hanımı sorduğunda: “Benim ve senin ailen zalim ve gaspçı idiler; onlardan bize kalan, ümmetin malıdır, helal değildir; beytülmale teslim edelim ki, günaha ortak olmayalım!” demişti.   

Demek hak, adalet ve özgürlükler temelinde kurulmayan ilişkiler Allah için değilmiş ki, akıbeti de hayırla bitmedi. Menfaat, dünya, siyaset, iktidar, sulta, ikbal adına kurulan ilişkilerin rıza-yı İlahiye mukarin olmadığı halen anlaşılmadı mı? Gayr-ı meşru ilişkilerin daimi azaplara müncer olacağı; bu temelde kurulan bir muhabbetin devam etmeyeceği, aksine daimi ve uhrevi azapları netice vereceği halen anlaşılmadı mı? Böylesi yazılarla bir tarafa yükleneceğine, ya da o tarafa meyletmiş Nurcuların yüzlerini –sözde– Nurlara tevcih edeceğine, kendinize ve içinde tavattun ettiğin çevrene yöneltsene! Mesela, “Ey Hocam(F. Gülen), artık evine dön! Zira Üstad evinden ayrılmamıştı; yıllarca çekti, ama ülkesinden vazgeçmedi. Ne olur, siz de dönün! Şu iğrenç siyaseti elinizin tersiyle itin! Ortalığı karıştıranlara fırsat vermeyin! Gayenizin dünya olmadığını ispat edin! Ülkenize dönün ki, dürüstlüğünüz tavazzuh etsin!” diyebilir misin? Bu cesaretiniz var mı?

Hâsılı; Sayın Ünal! Hak vesileleri kullanarak batıla hizmet etmeyelim. Cerbezeyle, batılı hak, hakkı batıl suretinde takdim etmeyelim. Ve unutma, senin asıl değerin; kılıcını, yani dilini-kalemini hak ve adalet uğrunda kullanmana vabestedir; Ali’nin yanında durup da Muaviye’nin emellerine hizmet etmek ne kadar vahim ise, Ali’nin sözlerini kullanarak Muaviye düzenine hizmet etmek de bir o kadar vahimdir. Ben sizi Yeni Ali olarak değil, Eski Ali olarak seviyorum; zira Yeni Ali’de Muaviye’ce emeller okumaktayım. Öyle inanıyorum ki sizde Ali’den kalma potansiyel tükenmiş değildir; yeter ki bir özeleştiri yapınız; hiç olmazsa bir istihareye yatınız, derim.

Son olarak, “Değerli hakikatlerin değersiz ellerde değersizleşmesine” fırsat verme, diyorum; Üstad gibi mazisi temiz, hizmeti nezih birini bu günkü bataklık zeminde tüketmeyiniz. Onu, parti propagandasında kullanmak ne kadar canilikse, bir partiye karşı silah olarak da kullanmak caniliktir. Zinhar, “Altın toprağa düşse de kıymetini kaybetmez” demeyiniz; zira bu günkü insanların akılları kafa ve kalplerinde değil, göz ve önyargılarındadır.

Peki, ya hocalar hocası Hayrettin Hoca’ya neler oluyor?

Değerli Hocam, sen fıkhı, siyeri, sahabeyi, İslâm büyüklerini, İslâmî aile hayatını, İslamî daveti, ayet-hadis yorumlarını yazdığında hiç eleştiri aldın mı? Hayır. Aldınsa da, az ve önemsiz eleştiriler... Peki, ya siyaset(politika) ve milliyet meseslerine daldığında? Sayısızca, değil mi? Bırak köşe yazarlarının eleştirileri, sosyal medyada adeta yaylım ateşine maruzsun; hem de daha çok senin gibi inanan insanların ateşine... Neden? Bu fiili bir derstir, sana “Evine ve aslına dön!” çağrısıdır. Evde asılı durup okunmayan Kur’an gibi, âlimin sinesinde durup istifade esilmeyen Kur’an hakikatleri de yetimdir, kimsesizdir. İkisinin de hayata geçirilmesi lazımdır ki, lanetlerine uğranılmasın.

Değerli Hocam, âlimler mürşid olmalıdır; irşadın ötesinde, iktidar ve zorba güçlerin yanında yer almazlar. Onların aslî vazifesi, ümmeti ve idarecileri uyarmaktır, onlara yol göstermektir; hak ve adaletin yolunu göstermektir. Bir tarafa meyletmek, onu her hal ve icraatıyla hoş görmek, âlimin itibarına da, ilmin izzetine de aykırıdır. Sadece övgüler dizip yanlışlıkları görmemek; yerinde ve zamanında dile getirmemek, dilsiz şeytanlık vasfını kazandırtır. “En büyük âlimlerin, zalim sultanlar karşısında hak sözü pervasızca söyleyenlerdir” hadisini, benden daha çok siz bilmektesiniz. Mesela, Kanunî’nin Kapitülasyonları kabulü ve Avrupalılar lehinde verdiği bazı tavizler sonrasında, Zembilli Ali Efendi’nin, pervasızca, “Sultanım, bu İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, bu Kırk Çeşme suları yüz sene üzerinden aksa da temizleyemeyecek” dediğini, çok iyi bilirsiniz.

İşte Sayın Hocam, bir fıkıh âlimi olarak, neyin ve nelerin Kur’an’a, İslâm’ın ruhuna uygun ya da aykırı olduğunu, bizden daha iyi bilirsiniz; toptan redçilik gibi kabulcülüğün de yanlış ve batıl bir yaklaşım olduğunu pekâlâ bilirsiniz. Allah, bizi saray dalkavukluğundan ve kapıkulu ulemalığından muhafaza buyursun. Aynı halde, padişahlara methiyeler dizen şair müsveddelerinden de muhafaza etsin. Sizler, ta eskiden beri bu dersleri veren; eğip-bükmeyen; hak ve hakikati pervasızca haykıranlardandınız. Bu derslerin hocası olan sizler, sadece övgülerle ömür tüketmeyecek kadar derin ve engin bir potansiyele sahipsiniz; buna rağmen, belli bir politik eğilimin yedeğine girip –sütten çıkmış ak kaşık misali– sadece iyi yanlarına hasr-ı nazar etmek doğru olmaz; yanlışlık ve zulümlere ortak olunmaz.

Evet, Hocam, eğer sevdiklerinizin sadece iyiliklerine gark olup yanlışlıklarını görmezseniz, uyarma ihtiyacı da duymazsınız; karşı durmayı ise, hiç beceremezsiniz. Ayrıca, siyasîlerin iğrenç belaltı vuruşları gibi, siz de –münhasıran– bir yerde mevzilenip karşı hep ötekileştirirseniz, yaptığınız iş sahih ve yapıcı olmaz; olsa olsa, zaten çok parçalı ve kavgalı bir ülkede, parçalanmışlığı artırmış, kavgayı kızıştırmış olursunuz. Hâlbuki bu ülkenin ve insanlarımızın ortak paydaları, farklılıklarından daha çoktur; âlimlere yakışan, nazarları ortak paydalara çevirmektir. Bilirsiniz, iman hakikatlerinin, hem muhalefette, hem de iktidar cenahında müşterileri var; eğer hak ve hakikati, yalnızca bir cenahın malı ve mülkü yaparsanız, ondan sadece o taraf istifade eder; büyük ekseriyeti mahrum bırakırsınız. Bu mahrumiyete sebep olmak, büyük bir zulümdür.

Değerli Hocam, size, vazifenizi hatırlatmak için değil, sadece bir kardeş olarak diyorum; tarafgirlik yapma; dört yılda bir kullandığın oyu gönlünde sakla, dile getirme. Zira hamili bulunduğunuz Kur’an ve usvetu’l-hasene olan Hz. peygamber, bütün âlemler için rahmettir; sadece bir parti için değil. Güneşin ışığı gibi, senin davetin de umumi olsun! Vesselam... 

  • Yorumlar 10
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89