Türkiye kritik bir eşiği daha geride bıraktı. 10 Ağustos’ta yapılan seçimde, yeni cumhurbaşkanı doğrudan halkoyuyla belirlendi. Bu, birçok açıdan Türkiye için bir ilk sayılır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 12 yıldır Türkiye’yi tek başına yöneten AK Parti lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın birinci turda ipi göğüslemesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir durum.
Katılım düşük oldu
Cumhurbaşkanlığı seçiminin dikkat çeken bir yanı katılımın son derece düşük olması. Her dört seçmenden birinin sandığa gitmediği anlaşıldı. Oysa bir ülkedeki demokrasinin niteliği, siyasal sürecin şekillenmesine katılım ile doğrudan ilişkili bir konu. Ne var ki bu konu üzerinde hiç durulmadı. Geçmişte askerin vesayetinde ve bir manipülasyon aracı olarak işleyen cumhurbaşkanlığı seçim süreci, son yapılan değişiklikle güya söz konusu vesayetten kurtarıldı, bu kez de belli siyasi grupların tekeline sokuldu. Mevcut cumhurbaşkanlığı seçim yasası, farklı toplumsal kesim ve görüşlerin (en azından birinci turda) sürece yansımasını engelledi, önlerine yüzde on barajı benzeri bir set çekti ve onları sürecin dışına itti. Katılımın bu derece düşük olmasında seçim sisteminin kısıtlayıcı ve antidemokratik niteliğinin önemli bir payının olduğunun altı çizilmeli.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ulusalcı muhafazakâr çizgi, MHP-CHP’nin ‘Çatı adayı’ Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından temsil edildi. Bu cenahtan farklı bir çıkış beklemek eşyanın tabiatına aykırı olurdu. MHP, uzun bir zamandan beri ayağının altındaki zeminin kaydığını hissederek can havliyle çırpınıyor, CHP ise bütün enerjisini AKP karşıtlığına odaklayarak patinaj yapıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde farklı bir vizyon, farklı bir gelecek projesi ile ortaya çıkmak yerine, bütün hesaplarını Erdoğan’ın birinci turda seçilmemesi üzerine kurdular, ki bunda da büyük bir hezimete uğradılar.
Kendin olmak
Cumhurbaşkanlığı seçiminde öne çıkanlardan biri de HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş oldu. Kampanya boyunca sergilediği performansa sıkça vurgu yapıldı ve BDP-HDP’nin geleneksel oy oranını aşarak 9.8 gibi bir oy seviyesine ulaşmasının altı çizildi. Bu sonuç elbette önemli ve Demirtaş’ın söyleminin bunda etkisi olmalı.
Demirtaş’ın kampanyası ve aldığı oy oranı ile ilgili -detaylar bir yana- üzerinde durulması gereken iki nokta var.
Birincisi, Demirtaş’ın elde ettiği oy oranını HDP projesine verilmiş bir onay olarak görmek ne kadar gerçekçi? Yüzde 9.8’lik oy oranı, HDP bakımından kazanılmış sağlam bir eşik mi yoksa cumhurbaşkanlığı seçim konjonktürüyle ilgili ortaya çıkan bir sonuç mu? Bu konu en başta BDP-HDP tarafından değerlendirilmesi gereken bir konu.
İkincisi ve önemlisi şu; Selahhattin Demirtaş nasıl bir siyasal strateji ve söyleme dayanarak bu oy oranına ulaştı? Daha doğrusu Demirtaş cumhurbaşkanlığı seçiminde nerede durdu? Hangi siyasal ihtiyaca karşılık verdi, hangi boşluğu doldurmak için enerjisini harcadı?
Başta iktidar yanlısı kalemler olmak üzere Türk basınının bir koro halinde Demirtaş’ı pohpohlamasını ve ona övgüler dizmesini nasıl karşılamalı? Merak ediyorum, acaba Demirtaş ve arkadaşları ‘neyin karşılığında bu kadar övülüyoruz’ diye bu konu üzerinde hiç düşündü mü? Aslında Türk basınının Demirtaş’a ilişkin ilgisi gizli saklı değil. Açıkça şunu söylüyorlar. ‘Siz bölücülüğü bıraktınız, Kürt duruşunuzu ikinci plana attınız, Türkiyelilik adı altında entegrasyon çizgisine geldiniz. Bravo, bize böyle bir Kürt hareketi gerekir.’
Ortadoğu’da Kürdistan’ın bölünüp parçalanmasına dayanan sömürgeci sistem çatır çatır kırılırken, Kürtler ve Kürdistan gerçeği yüzyıllık yıkım ve enkazdan yeniden gün yüzüne çıkarken, 25 milyon Kürdün bütün ulusal haklarından yoksun bırakıldığı Türkiye’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi gibi önemli platformda ne Kürdistan var ne de bir Kürt duruşu. Yüzyıl boyunca Kürtler Türk olmadıklarını ispatlamak, Kürt ve Kürdistan’a ilişkin inkâr ve yok etme politikasını teşhir edip boşa çıkartmak için ne bedeller ödediler! Şimdi ise dönüp ne kadar Türkiyeli olduğumuzu ispat etmek için ter döküyor ve kimilerinden aldığımız aferinlerle tutum belirliyoruz.
Oysa yapılacak şey belliydi: Kürtler cumhurbaşkanlığı kampanyasına bir taraf olarak katılır, ulusal özgürlük ve kendi geleceklerini belirleme hakkını esas alan bir payda üzerinden bir kampanya yürütürdü. Kürt tarafı, ortaya koyacağı açık ve net bir ulusal duruşla Türk tarafına gerekli mesajı verirdi. Çünkü yeni bir Türkiye ancak Kürt halkının hakları tanınarak, Kürt tarafı eşit ve saygın bir muhatap olarak kabul edilerek kurulabilirdi. Ne diyordu öncüllerimiz; ‘birleşmek için önce ayrılın.’
Şu gerçek unutulmamalı, Türk halkıyla bir arada yaşamak, Kürtler ve Kürdistan olarak, kendimiz olarak kaldığımız oranda mümkün ve anlamlıdır.
Erdoğan’ın eli rahatladı
Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda cumhurbaşkanlığına seçilmesine gelince…
Bu elbette AKP ve Erdoğan için bir başarı. Çünkü Erdoğan ve AKP bu başarıyı 12 yıllık iktidar yorgunluğuna, 17 Aralık’ta patlak veren rüşvet ve yolsuzluk operasyonuna, Gezi olaylarıyla ortaya çıkan toplumsal yarılmalara rağmen gerçekleştirdi. Başbakan Erdoğan, söz konusu bütün dezavantajlara rağmen ilk turda cumhurbaşkanlığına seçilmesini esas olarak başlattığı Çözüm Süreci’ne borçlu. Çözüm süreci sadece Kürtlerden değil Türk toplumunun büyük bir kesiminin de desteğini aldı ve bu durum cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a oy olarak döndü.
Mevut cumhurbaşkanlığı seçim sistemi, Erdoğan’ın seçilmesinden bağımsız olarak yeni bir durum ortaya çıkardı. Bu durumun siyasal sistem açısından yeni tartışmaları gündeme getirmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde anayasa değişikliği ihtiyacının daha çok gündeme gelmesi sürpriz olmaz.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ile ilgili tartışma konularından biri onun daha da otoriterleşeceği, bir diğeri de çözüm sürecinin kaderi ile ilgilidir.
Erdoğan’ın otoriter bir kişiliğe sahip olduğu bir gerçek. Ama onun en önemli özelliği pragmatik bir yapıya sahip oluşudur. Erdoğan, geçmişte aynı konuya ilişkin kısa bir zaman diliminde birbirine zıt gibi görünen tavırlar sergiledi. Bu, onu bazı yaftalarla tanımlamanın çok isabetli olmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sürecinin, salt onun niyet ve beklentileri tarafından şekilleneceğini varsaymak yanlış olur. Türkiye’nin yakın geleceği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özgün duruşu kadar, diğer toplumsal ve siyasal kesimlerin güçleri ve duruşlarının birleşik etkisi tarafından belirlenecek. Erdoğan’ın izleyeceği rota biraz da diğer aktörlerin ağırlığına göre şekillenecek.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve AKP iktidarının bundan böyle devamı, Çözüm Süreci’nin seyri ile doğrudan bağlı bir konu. Ortadoğu’da Kürt ve Kürdistan sorununun bu kadar ön plana çıktığı bir dönemde, Kürt sorununa kayıtsız kalan hiçbir iktidarın yaşama şansı yok. Bu gerçeği kendi deneyimleri ile en iyi bilenlerin başında AKP geliyor. Erdoğan’ın ise cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra bu konuda eli daha da rahatladı. Bu açıdan bakınca sürecin ilerleyerek devam edeceğini öngörmek mümkün.
Öte yandan cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da bir başka aktörün Kürt sorunu ile ilgili ön açıcı ve kolaylaştırıcı rolü elbette önemli. Ama unutulmamalı ki Kürt sorununun çözüm süreci son tahlilde Kürt halkının ve onun siyasal güçlerinin tutumu tarafından belirlenecek.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.