Tayyip Erdoğan’ın söylediği söylenen söz, “İç Savaş çıkarsa çıksın, ezer geçeriz,” geçen gün Cumhuriyet’te Aydın Engin’in yazısının da konusu oldu. Aydın bunun halen yalanlanmadığına da dikkat çekerek böyle bir zihniyetin vahameti üstünde duruyordu. Ancak bunun yanısıra, “teorik” yanları da olan bir soru soruyordu: “bu felâketamiz gidiş yalnız Tayyip Erdoğan adındaki şahsın becerisi midir, yoksa AKP ve dolayısıyla siyasî İslâm da bundan sorumlu mudur?”
Aydın’ın sorduğu soru, “Erdoğan”, “AKP” gibi somut varlıklardan soyutlanarak sorulduğunda klasik, ezelî “tarihte bireyin rolü nedir?” sorusu olarak formüllenebilir. Plekhanov’dan beri buna, “Biraz öyle, biraz da böyle” diye cevap veririz. Uzun vadede işleyen etkenler “toplumsal”dır; daha kısa vadeli ve görünür yüzeyde hareket yaratan olayları da “bireylerin bireyselliği”ne bağlarız. Sonuç olarak, şu somut olay ve durum hakkında da söyleyeceklerimiz üç aşağı beş yukarı, bu minvalde bir şeyler olacak.
Soru, gelip bir “belirleme” sorununa dayanıyor: “belirleyen ne?” Bu sorulunca da, aklımıza, “tarihi yapan büyük cesametler” geliyor, doğal olarak. Aydın’ın verdiği örnekle, “İkinci Dünya Savaşı’nı Hitler çıkardı” dediğimizde, hele Marksizm’in tarih ve toplum analizlerini bilen biri olarak, kendi cevabımızdan hoşnut kalmayacağımız belli.
Ama şimdi ben bunu daha küçük parçalarına indirgemeye çalışayım (“analitik” olmak bu demek değil mi?): “İkinci Dünya Savaşı’nı çıkarmak” çok büyük bir alanı kapsayan bir söz. Ama savaşın çıkmasında Almanya’nın herkesten fazla bir rolü olduğunu görüyoruz.
“Savaşı Çekoslovakya ya da Polonya çıkardı” v.b. diyecek halimiz yok.
Şu aşamada “Hitler” değil, “Almanya” diyelim. Ama Almanya’yı bu savaşı çıkaracak haline taşıyan da, herkesten önce, Hitler’di.
Almanya’yı o ruh haline getiren sorunları Hitler yaratmadı. Bir büyük savaştan yenik çıkmış Almanya’nın ciddi sorunları vardı; bu sorunları çözmenin ya da hafifletmenin tek bir yolu yoktu. Bütün (dışsal ve içsel) zorluklara rağmen, bu yollardan gidilebilirdi. Örneğin Krupp gibi “savaştan kazanan” sermaye kesimine değil de, Siemens gibi “tüketimden kazanan” sermaye kesimine öncelik ve önderlik tanıyacak bir siyaseti yürürlüğe koyacak hükümet(ler) olabilirdi. Ama bu gibi yollar çabucak yıpratıldı ve Hitler’in vaat ettiği yol seçildi. Aslında bu yolun da (1933’ten 1945’e kadar iktidarda ve henüz savaşa girmemiş haliyle) bütün zırvalıklarına, despotluklarına rağmen, bir dünya savaşı başlatması zorunlu değildi. Bu, “sokaktaki Alman”ın ideali de değildi. Ama Hitler’in idealiydi ve Hitler bu ideallerini gerçekleştirecek adımları atmaya başladığında Alman toplumunun büyük çoğunluğunun, “Dur orada! Böyle olmaz!” şeklinde bir tepkisiyle karşılaşmadı. Tersine, “Heil Hitler!” diyerek onun gösterdiği yöne heves ve istekle atılan bir Almanya vardı.
Özetin özetinin özeti bu söylediklerim. Bunlar böyle üç beş sayfalık yazılarda sonuca bağlanacak konular değil ama şu somut ortam bunun için elverişli değil.
Dolayısıyla ben Aydın Engin’in geniş kapsamlı sorusuna kendi cevabımı vereyim.
Sonuçta belirleyici olan toplumdur. Yani, kaynakları eski zamanlara uzanan ideolojik formasyonlar, sınıf çıkarları, siyasi örgütlenmeler v.b.
Bunlar “belirleyici”dir ama “özgül bir anlamda belirleyici”.
Dolaylı, dolayımlı bir ilişkiden ve bir işleyişten söz ediyoruz burada. Bu uzun vadeli ve birey-üstü etkenler, o somut konjonktürde neyin belirleyici olduğunu ya da olacağını belirlerler. Yani, bu uzun vadeli ve birey-üstü etkenler, genel ortamı, bir bireyin olağandışı bir “belirleme gücü” kazanacağı biçimde belirlerler.
1930’larda Almanya’nın savaş borçları (tazminat) ve enflasyon (bir bavul dolduran kâğıt parayla bir dondurma alabilme durumu), Fransa’nın geçici – Saar işgali, yenilmiş olmanın verdiği eziklik, bunun “savaş suçlusu” ilân edilmek gibi durumlara karşı patlayan “öfke” kısmı v.b., dediğimiz o uzun vadeli etkenleri de etkileyen “orta vadeli” koşullar, sorunlardı. Bunların karşısında Neimar Cumhuriyeti kimseyi mutlu etmiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Adenauer-Erhard çizgisine benzer bir “orta-sağ” alternatif de görünürde yoktu. Bu koşullarda Naziler iktidara geldiler.
Ama Naziler’e verilen oy oranı, o aşamada, % 30’larda dolaşıyordu. Bu da bizim 2002 seçimiyle karşılaştırılabilir bir olgu. Demek ki Hitler, %30’larla tırmandığı iktidarda yaptıklarıyla, hemen hemen bütün Almanya’nın desteklediği Führer haline gelmeyi başarmıştı. Bunu sırf baskıyla başardığını söylemek olayın yarısını ıskalamak olur. Baskı elbette vardı, ama gönüllü destek de vardı.
Hitler’in hemen yanında Nasyonal Sosyalist Parti’yi görüyoruz. SA var, SS olacak. Bunlar hep Alman toplumunun bağrından çıkıyor. Burada da “Sivas’taki gibi yakarız” diyenler, bütün o troller, uzatmayalım, Tayyip Erdoğan’a sadakat arzedenlerin, Türkiye toplumunun “bağrından” başka bir yerden çıkmamaları gibi.
Peki, nasıl oluyor? Yani, teorik dile (yeniden) çevirirsek: uzun vadeli toplumsal mekanizmalar ne zaman şunu bunu değil de bir “birey”i bu kadar çok şeyi belirleyecek duruma, konuma getiriyor? Nasıl oluyor da, bu kadar anonim toplumsal uğraklar ve mekanizmalar, üretici güçler, üretim ilişkileri v.b., belirleyicilik rolünü bu derece “kişiselleştirilebiliyor”?
Bunun için gene bir “toplumsal kriz” ortamı gerekiyor sanırım. Hitler, Almanya’nın krizinin ürünüdür ama ondan önce de Mussolini İtalya’nın krizinin ürünüydü.
Britanya’da Oswald Mosley faşist ideolojinin önderiydi. O ve partisi hiçbir zaman kendilerini mutlu edecek bir oy oranına ulaşmadılar. Savaş çıkınca parti kapatıldı (açıkça Nazizm taraftarıydı). Hapsedilenler oldu. Savaş sonunda Mosley kendisi derin bir hayal kırıklığıyla Britanya’yı terketti; İrlanda’ya, sonra Fransa’ya yerleşti.
Ama son bir çabası daha vardır. 1959’da, Britanya’da ırk sorunları büyümüşken, kendisine bir fırsat doğduğu inancıyla ülkeye dönüp Kensington North bölgesinde adaylığını koydu. Herhalde buranın kendisi için elverişli olduğunu düşünüyordu. Bölgede kullanılan oyun %8.1’ini alabildi. Bunun üstüne gene ülkeyi terketti ve bir daha dönmedi.
Britanya’da sağcı yok mu? Dolu. Irkçı yok mu? İstemediğin kadar. Peki, Mosley’ye oy? I-ıh, o kadar değil.
Britanya savaş için “radikal” bir önder gerektiğine inanınca Churchill’i seçti; savaş bitince de Churchill’i evine gönderdi.
Bu nasıl oluyor? Britanyalılar Almanlar’dan daha mı akıllı ya da faşizme karşı aşı mı olmuşlar?
Britanya’nın koşulları Almanya’nın koşullarına benzemiyor. Bir “iç” kriz yok. Bilinen, denenmiş (büyük ölçüde kişisellikten arındırılmış) “prosedürler”den vazgeçmeyi gerektirecek bir neden görmüyorlar.
Peki, bu görece soyut olgular, burada olanları ne ölçüde açıklıyor?
Benim Aydın Engin’in soru sorarak açtığı tartışmada söylediğim, Türkiye koşullarının da, Erdoğan’ın belirleyiciliğini belirlediğidir. Örneğin Abdullah Gül önderliğinde bir AKP ile bugünkü duruma gelmezdik. Bırakalım Abdullah Gül’ü, 2002-2012 arası Tayyip Erdoğan da bugünlerin “kaçınılmaz” olduğuna dair bir işaret vermiyordu. Burada önemli olan Tayyip Erdoğan’ın kendisinin ne işareti verdiği değil. Önemli olan, Tayyip Erdoğan’ın o dönemdeki politikalarının da gerek partisinde, gerekse genel olarak Türkiye’de destek bulmasıydı. “Kürt sorununun barışçı çözümü” der ve buna göre bir siyasi çizgi izlerken, partisi, “Hele bir Haziran ayına gelelim, biz size gösteririz” diye bir ideolojiyle hareket etmiyordu.
Yani sorun, partisinin Tayyip Erdoğan’ın kendisine tâbi olmasıdır. Şu çizgiye, bu siyasete değil, Tayyip Erdoğan’ın vereceği karara tâbi olmak. Otuzlarda Nasyonal Sosyalist Parti’nin ve Alman toplumundaki çoğunluğun durumu.
Hitler, Alman krizinin üstüne geldi, diyorum. Bu krizi görmek, tanımlamak çok kolay: savaş sonrası koşullar, ekonomik buhran v.b. Peki, Türkiye’deki “kriz” neydi de altından Tayyip Erdoğan çıktı?
Bunu başka yazılarda araştıralım. (Birikim)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.