İçi ve dışıyla İslamcı olan siyasetinin söylemini Batı karşıtlığına bindirmiş ve bu mecrada icap ettiği kadar da Amerikan aleyhtarlığı yapan bir rejim var Ankara’da…
Dolayısıyla rejimin reisi ve çevresinin Amerika’dan kabul ve itibar görmek için bu denli çırpınması, izah gerektiren bir çelişki olarak karşımızda duruyor. Aksi halde işin içinden, “Bu bir siyasi akıl hastalığıdır, şizofrenidir” diyerek de çıkmak mümkün.
Vaka, şizofreniden ziyade iç ve dış politikada artan stres faktörünün neden olduğu bir panik halini işaret ediyor…
Ne getirdi, ne götürdü?
Şimdi sormak gerekir, “Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Mart-2 Nisan tarihleri arasındaki Amerika seferi ne getirdi, ne götürdü?” diye…
Hizmetkarları, bir uluslararası nükleer zirve için Washington’a giden ‘Reis’lerini, orada ABD Başkanı’yla ikili ilişkiler zemininde bir araya getirmek için aylar öncesinden başlayarak mübalağa gayret sarf ede geldiler. ‘Reis’, Amerika’nın en saygın düşünce kuruluşlarından birinde konuşma imkanı bulsun diye, aslında bir kaşık suda boğmak istedikleri bazı nüfuzlu Türklerin bu husustaki himmetine bile razı oldular.
Netice şu oldu: Carnegie Vakfı Erdoğan’ı konuk etmeye ikna edilemeyince Brookings’e dönüldü ve muazzam baskı uygulanarak sonuç alındı.
Bugün ise herhalde pişmandırlar. Erdoğan’ın korumalarının Brookings Enstitüsü’nün önünde muhtelif gazetecilere küfrederek tekme tokat girişmeleri, Türkiye’deki rejimin gerçek yüzünü dünyaya teşhir eden bir halkla ilişkiler rezaletidir. Çevresine nefret yayan bir liderliğin koşullandırdığı baskıcı refleksler, dışlayıcı kurum kültürü ve ceberut iş görme tarzının engellenemeyen tezahürü başka bir sonuç doğuramazdı.
Diğer taraftan Türkiye Cumhurbaşkanı, Beyaz Saray’daki randevuyu kopardığı son ana kadar ABD Başkanı ile zirve esnasında ancak ayaküstü bir görüşme yapmaya tabiydi.
Amerikan tarafı, başta IŞİD’e karşı tutum farkı olmak üzere ikili ilişkilerin dibe vurmasına yol açan sorunların Erdoğan’la Obama arasında Beyaz Saray’da yapılacak bir görüşmeyle halledilebileceğine inansa idi, Erdoğan’ın bu randevuyu koparması zaten bu kadar zor olmaz ve iş son ana kalmazdı.
İlk kez
Bu Beyaz Saray randevusunun ikili ilişkilerdeki mevcut sorunları çözmeye bir katkıda bulunmadığına dair ilk işareti almak için fazla beklemek gerekmedi.
Bu işaret, Başkan Obama’nın Erdoğan ile görüşmesinin ve nükleer zirvenin ardından düzenlediği basın toplantısında söyledikleriydi.
Başkan Obama, Brookings Enstitüsü önünde yaşanan koruma skandalını hatırlatan bir gazetecinin “Erdoğan’ı bir otoriter lider olarak mı görüyorsunuz?” şeklindeki sorusuna şu cevabı verdi: “Türkiye’de beni rahatsız eden bazı trendlerin olduğu sır değildir ve bu gerçeği direkt olarak kendisine (Erdoğan) de söyledim. Basın özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne, hukuk devletine ve demokrasiye güçlü biçimde inanıyorum. Erdoğan’ın üç kez üst üste demokratik yollardan seçildiğine şüphe yok ama basına karşı aldıkları tutum Türkiye’yi çok sıkıntılı olabilecek bir yola sokabilir. Bunu ona hatırlatmaya devam edeceğiz. Erdoğan’a demokrasiye söz vererek iktidara geldiğini ve Türkiye’nin, derin İslam inancının modernlik ve açıklıkla tarihsel olarak yan yana yaşadığı bir ülke olduğunu söyledim. Ve basın özgürlüğünü baskı altına alan ve demokratik tartışma ortamını yok eden bir strateji izlemek yerine (Erdoğan’ın) izinden gitmesi gereken gelenek de budur.”
Obama’nın Erdoğan’ı bütün dünyanın gözleri önünde bu denli doğrudan ve bu kadar sert eleştirdiğine ilk kez tanık olduk.
Obama’nın bu açıklamayı yaptığı sırada Erdoğan’ın henüz Amerika’da olması, vahameti de artırdı.
Beyaz Saray’daki randevunun Erdoğan tarafının yoğun çaba ve ısrarları neticesinde, liderin öngörülemez tepkilerini kontrol etmek üzere mecburen verildiğini, Obama’nın dengeleyici sertliğinden de anlıyoruz.
Erdoğan rejiminin medyası ise ‘Reis’lerinin Obama ile uzunca bir görüşme yapmış olmasından ötürü Cumartesi sabahını zafer ilan eden manşetlerle karşıladı. Mesela bir tanesi, Erdoğan ve Obama’nın altı sütuna açtığı fotoğrafının üzerine ‘Şer ittifakı ters köşe’ diye başlık atmıştı. Varsayılan ittifak, ‘PKK/PYD-FETÖ-Ermeni lobisi’ olarak tanımlanmıştı. Alt başlıkta da ‘Stratejik ortaklığın pekiştirildiği görüşme, Türkiye ve Erdoğan’a verilen önemi gösterdi’ yazıyordu.
Böylece Obama’dan randevu koparmak için bunca çabanın, aslında şu alt başlığı yazabilmek uğruna harcandığını anlıyorduk: ‘Erdoğan’a önem verildiğinin gösterilmesi…’
Son işaret Reza Zarrab
Karşıtı olunsa da Batı aleminin en güçlü ülkesinin nezdinde bir ağırlık taşımak… Ve bunun seçmene imaj olarak yansıtılması.
Obama’nın Erdoğan’ı usul ve adap dairesinde sert biçimde uyardığının kayda geçtiği basın toplantısı, aradaki saat farkı nedeniyle gazete hazırlanıp dağıtıma verildikten sonraya rastladığı için Cumartesi sabahı ‘ters köşe’ manşetiyle çıkan rejim mevkutesi de ters köşe olmuştu.
Velhasıl, Washington’da Dışişleri Bakanı Kerry’ye ‘yalnız kaldıklarını’ itiraf eden Erdoğan, yalnız gittiği ABD’den yine yalnız olarak dönüyor.
Böyle olacağı belliydi.
Bunun son işareti Reza Zarrab’la verildi.
Dünyayı biraz olsun okuma becerisi olanlar, Zarrab’ın Erdoğan’dan önce ABD’ye giderek kendisini tutuklatmasının, Erdoğan’ın yalnızlığında geriye dönüşü olmayan noktanın geçilmesinden başka bir anlam taşımadığını görürlerdi.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.