Türkiye’de ve dünyada şu sıralar Erdoğan’ın çatışmacı dış politikasından “U dönüşü” yaparak ılımlı bir çizgiye yöneldiği yolunda görüşler ortaya atılıyor. Bu iddialara, haziran sonunda vuku bulan bazı gelişmeler zemin oluşturdu.
Birincisi, Türkiye ve İsrail’in, meydana geldiği 2010’dan bu yana ilişkilerinde soğuk savaşı andıran bir kriz durumunu yaşamalarına yol açmış olan “Mavi Marmara krizi”ni, uzun süren gizli görüşmelerin ardından nihayet bir anlaşma ile çözmeleriydi. İkincisi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bir Rus savaş uçağının 2015’in kasım ayında Türk ulusal hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle Türk uçakları tarafından düşürülmesinden ötürü, Rus muadili Putin’e bir mektup yazarak özür dilemesiydi.
Diğer taraftan Erdoğan’ın, Mısır’da İhvancı Cumhurbaşkanı Mursi’yi darbeyle devirdiği gerekçesiyle gayrimeşru ilan ettiği El-Sisi yönetimiyle de arasını düzeltmek için girişimlerde bulunduğunu, lakin Kahire’den umduğu karşılığı henüz alamadığını da kaydedelim.
Erdoğan’ın İsrail ve Rusya’yla vardığı çözümlere medyada verilen ad, “normalleşme”. Türkiye’nin bu iki ülkeyle ilişkilerini normalleştirmesi... Ve bu ikili ilişkilerin normalleştikleri varsayımından hareketle, Türk dış politikasının da değiştiği iddia ediliyor. Mevcut durum, bazılarının onu tanımlamak için kullandığı “normalleşme” ve “değişim” sözcüklerinin anlamlarıyla gerçekte ne kadar örtüşüyor acaba? Bunu görmek için bir gerçeklik denetimi yapmanın lüzumu var. Mesela, aşağıdaki sorulara “Evet” cevabı verebiliyor muyuz?
- Erdoğan’ın İsrail ve Rusya’yla ilgili adımları, 2009’da Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla belirginleşen “yeni dış politika”nın kesin biçimde sona erdiği anlamına mı geliyor?
- Şimdi, Davutoğlu’nun Erdoğan tarafından başbakanlıktan azledilip tasfiye edilmesinden sonra ikinci bir “yeni dış politika” mı söz konusu?
Bu iki soruya da “Evet” cevabını vermek için elimizde geçerli ve yeterli veri bulunmuyor. Erdoğan’ın eski “yeni dış politika”dan vazgeçtiğini söyleyemiyoruz. İsrail ve Rusya ile tansiyonu düşürmek için başvurulan çözümler, “en yeni dış politika”nın başladığını işaret eden bir içeriği haiz değil.
Durumu tarif etmek için bir metafor kullanmak açıklayıcı olabilir: Erdoğan dış politikası karaya oturmuş bir gemidir. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin 2009’da büyük umutlarla giriştikleri maceralı ve hesapsız yolculuk dış politika gemisinin karaya oturmasıyla sonuçlandı. Hem bu yeni değil, uzunca bir zamandır dış politika karaya oturmuş durumda.
Bu politika, bir taraftan Türkiye’nin Batı’yı referans alan laik ve cumhuriyetçi siyasi kültürünü İslamileştirirken, diğer taraftan da böylece inşa edilen “yeni Türkiye”nin önderliğinde, Ortadoğu’da yeni bir düzen kurulmasını amaçlıyordu. Gerek içeriği, gerekse de üslubu, İslamcı ideolojinin karakteristiklerini taşıyordu. Dış politika ile iç politika arasındaki ayrım çizgisi neredeyse tamamen kaybolmuştu. Yeni rejim, hem içeride, hem de dışarıda İslamcı ve Sünniciydi. Dolayısıyla Batı karşıtıydılar. Bu yeni dış politika, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştırılmasını da hedefliyordu. Dolayısıyla, yeni dış politikanın AB reformlarının askıya alınmasıyla zamandaş olması bir rastlantı değildir.
Önceleri, 2009’daki Davos olayından itibaren AKP’nin ideolojik bakımdan yakın olduğu Hamas’ı odağa yerleştiren bir İsrail karşıtlığı, yeni dış politikanın lokomotifi oldu. Bu politika 31 Mayıs 2010’daki “Mavi Marmara Olayı”nda zirveye ulaştı ve o noktada tıkandı.
Ardından Arap Baharı “yeni dış politika”nın imdadına yetişti. Tunus, Mısır ve Libya’daki isyanların ardından Suriye’deki Esad rejimine karşı mart 2011’de başlayan direniş, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi üzerinde tam anlamıyla baştan çıkarıcı bir etkide bulundu. İkili, güney komşularındaki rejimi devirip yerine kendi ideolojilerine yakın bir İslamcı yönetimi geçirmek için Türkiye’nin askeri, ekonomik, diplomatik, akademik, kurumsal ve toplumsal kapasitelerini çok aşan bir politikaya yöneldi. Bu hataya düşmelerinde, Esad rejiminin haftalar değilse de aylar içinde düşeceği gibi bilgi, istihbarat ve analiz eksikliğinden kaynaklanan temelsiz bir varsayımdan hareket etmeleri rol oynadı.
Bu arada Erdoğan ve Davutoğlu, İsrail’le Mavi Marmara krizinin çözümü için Gazze’ye deniz ablukasının kalkmasını, özür ve tazminatın yanı sıra üçüncü koşul olarak 2011’in eylülünde resmen öne sürdüler. Ne yaparlarsa yapsınlar, ablukanın kalkmayacağını biliyorlardı. Ancak amaçları, Mavi Marmara krizinin çözümünü, Gazze ve Hamas sorununun çözümüne ipotekleyerek neredeyse imkânsız hale getirmekti. Çünkü Tunus’tan başlayıp Libya, Mısır ve Filistin’i takip ettikten sonra Suriye’ye, oradan da Türkiye’ye uzanan “Müslüman Kardeşler” tandanslı bir rejimler topluluğunun lideri olma hayalini kurarlarken, İsrail’le sürekli kriz hali siyaseten işlerine geliyordu.
Bugün geldikleri nokta ise çok farklı. İsrail’le kriz durumunun artık hiçbir gereği kalmadı Erdoğan için. Müslüman Kardeşler birliği hayali 2013’teki El-Sisi darbesiyle çökmüş, Suriye’de sürdürdüğü vekâleten savaşı kazanamayacağı da çoktandır belli olmuştu. Rusya’nın 2015’in eylülünde Suriye’ye yaptığı askeri müdahale Erdoğan’ın kesin yenilgisini ilan etti.
Erdoğan’ın ülkesi Ortadoğu’da yalnızlığa ve tecride itilmiş, diyalog kanallarını yitirmiş, politika üretemeyen ve mevcut politikasını da sürdürmek için alan bulamayan bir haldeydi... Kendisini hareketsizliğe mahkûm etmişti.
İşte bu İsrail ve Rusya çözümleri, karaya oturmuş haldeki dış politika gemisini yeniden yüzdürme girişimidir. İsrail ve Rusya ile krizlerin sona erdirilmesi, hasar kontrolünü amaçlayan taktik manevralardır. Bunların esaslı bir politika değişikliği olduğunu gösteren herhangi bir emare mevcut değil. Değişim iddiasını, değerler, ilkeler ve aktörler dizisi üzerinden okuyunca başka bir sonuca varmak imkânsız.
Olan nedir?
İsrail’le anlaşma Türkiye’nin, “Gazze’ye deniz ablukasının kaldırılması” ön koşulundan vazgeçmesi sayesinde gerçekleşti. Teknik açıdan, tavizi veren Erdoğan oldu. İsrail Mavi Marmara için zaten özür diledi, şimdi de tazminat ödeyecek. Büyükelçi teatisinde bulunulacak. Bir de Türkiye’nin, İsrail tarafından izin verilen insani yardımları, Aşdod limanı üzerinden Gazze’ye ulaştırıldı.
Bütün bunlar Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme yoluna girdiğini mi gösteriyor? Cevap, elbette ki hayır. Normalleşme için karşılıklı asgari güvenin tesisi gerekir. Ekonomik, diplomatik, askeri işbirliğine güncel kurumsal nitelikler kazandırılmalıdır. Ve Erdoğan iktidarında Türkiye’nin yeni siyasi kültürünün bir parçası olmuş, antisemitizme varan İsrail karşıtlığının kontrol altına alınması da normalleşme için ön şarttır.
Rusya’ya gelince... Bu ülkeyle ilişkilerin normalleşebilmesi için de Türkiye’nin düşürdüğü uçak için özür dileyip tazminat ödemesi yetmez. Bunun karşılığında belki bir miktar Rus turist yeniden Türkiye’ye tatile gelebilir tabii... Lakin ekonomik ve siyasi ilişkiler yerine oturmaz. Gerçek bir normalleşme için Türkiye’nin Suriye politikasında kesin ve köklü bir değişim şarttır. Cihatçı gruplara desteğin net olarak sona ermesi, sınırın yeniden kontrol altına alınması ve IŞİD’le kayıtsız şartsız mücadele...
Rusya’nın Suriye’ye müdahalesine Türkiye’nin Suriye politikası neden olmuştur. Bu politika tamamen ortadan kalkmadan normalleşme olmaz. Şimdi, bu yönde emareleri görmek gerekiyor olsa da cihatçılara desteğin sona erdiği yönünde bir veri mevcut değil.
Erdoğan dış politikasını değiştirmiyor, resetliyor. Karaya oturmuş dış politika gemisini yüzdürmek, İslamcı ve Sünnici dış politikayı resetlemektir. Yani yeniden başlatmak... Aksini düşünmemiz için Davutoğlu gibi Erdoğan’ın da gittiğini görmemiz gerekecek.
Türkiye’nin ihtiyacı dış politikasının resetlenmesi değil, yeniden formatlanmasıdır. Bir başka ifadeyle A’dan Z’ye yeniden programlanması. İslamcı, Sünnici ve fevkalade şahsileşmiş dış politikanın tasfiye edilmesidir bu. Ve yerine, Dışişleri’nin kurumsallığından destek alan, Ortadoğu’ya demokrasi ve insan hakları gibi modernitenin klasik değerlerini projekte eden, laik bir dış politikanın ikame edilmesidir. Erdoğan varken bunların hiçbirinin olmayacağı açıktır. (Al Monitor)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.