Biliyorum, yazı başlığım çok genel bir başlık oldu. Bu genellikte konuşmak ciltleri doldurur. Ben bu genelin yalnızca ufak bir parçası üstünde duracağım. Ekonomi ile siyaset arasında günümüzde kendini daha çok duyuran karşılıklı bağımlılık ilişkisi üstüne birkaç şey söylemektir niyetim. Söylemek istediklerim bir önceki “Kaostan kosmos çıkarmak” başlıklı yazımın teması ile ilintili olacak.
Geçtiğimiz yüzyılın sosyolojik kuramları ekonominin belirleyiciliğini açık ya da örtük temel almışlardı. Bu kuramların eleştirisinde çubuk tersine büküldü ve ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkide birincisi kuramsal açıdan gözden düştü. Ya da diyelim ki bağımsız değişken olarak ele alındı. Basitleştirerek söylersek “ekonomi kendi yolunda gider, siyaset kendi yolunda” yaklaşımı belirli bir ağırlık kazandı. 2000’li yılların ilk çeyreğine girdiğimiz yakın zamanlarda ise çubuk doğrultulmaya başlandı ve ekonominin siyaset üstündeki rolü yeniden ama yeni biçimlerde hesaba katılır oldu.
Devlet-tekel kapitalizmi modelinin çöküşü, kapitalizmin merkezinin doğuya kayması ve yeni teknolojilere bağlı olarak küçük ve orta üretimin ekonomik süreçlerdeki rolünün artması ve bağlı olarak gelişmekte olan ülkelerin etki alanlarının genişlemesi yeni durumdur.
Kabaca özetlediğim bu yeni gelişme süreçleri siyasette de yeni yaklaşımlar, yeni biçimler doğuruyor. Bunlar üstüne daha çok durulacaktır. Somut bir örnekle ekonomi ile siyaset arasında gözlemleyebildiğim değişimi anlatmaya gayret edeceğim.
Karşılıklı yatay ve dikey ilişkiler
Başbakan Erdoğan Mısır ve diğer Arap ülkelerini dolaşmaya çıktığında siyasi danışmanlarının yanı sıra kalabalık bir işadamları grubunu da beraberinde götürmüştü. Böylece bir yandan hükümetler düzeyinde ekonomik ve siyasi temaslar sürerken öte yandan Arap iş âlemiyle Türkiyeli işadamlarının doğrudan ilişkileri kuruluyordu.
Bunun anlamı hükümetler aracılığıyla devletten devlete ilişkilerle birlikte tabanda doğrudan yatay ekonomik ilişkilerin eşzamanlı kurulmasıdır. Bu tarzın ilk olduğunu söylemiyorum, geçmişte Turgut Özal da bu yöntemi kullanmıştı; fakat şimdi Türkiye’nin büyüyen ekonomik potansiyeli ve öte yandan yeni burjuvazinin artan ekonomik etkinliği sonucu ekonomik-siyasi ilişkiler kombinasyonunun sonuç doğurucu etkileri apaçık gözlenebilir oluyor. Çift taraflı karşılıklı etki doğuyor. Ekonomik ilişkiler siyasetin zor sorunlarının çözümünü kolaylaştırırken, gelişen siyasi ilişkiler ise ekonominin önünü açıyor.
Burada yeni olan husus ekonomik ve siyasi ilişkilerin aynı anda, eşzamanlı ve birbirini destekler biçimde kombine kullanımıdır.
Bunun tersi örneğini Fransa verdi. Arap âlemi üstünde, özellikle Libya’da Türkiye’nin rol üstlenmesinin önünü kesmek isteyen Sarkozy de bildiğimiz gibi hareket geçmiş, o da aynı tarihte ziyaretler yapmıştı. Bilgim beni yanıltmıyorsa Sarkozy eski tarz devletten devlete ilişkilerin içinde kaldı, örneğin yanında Fransız işadamları grubu yoktu.
Sivil siyasetin artan imkânları
Devletleri aşan kombine ekonomik-siyasi ilişki tarzını “sivil” olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Zira bu yeni ilişki tarzı giderek devletlerin güvenlik siyasetlerini ikincil bir mesele kertesine düşüreceği gibi sivil toplum ilişkilerinin kültürel düzeylerde de gelişimini hızlandıracaktır. Bu ise bölgesel düzeylerde ekonomik entegrasyonu izleyerek demokratik ve barışçı bir ortamın doğuşuna hizmet edebilir. Bölgesel ekonomik ve siyasi entegrasyonlar hiç kuşkusuz küresel dünyada devletler ve uluslar ötesi yeni ve demokratik ilişkilerin, kurumların doğuşunu beraberinde getirecektir.
Bu yeni tarz dünya siyaseti, geçtiğimiz yüzyılın ulus-devlet modelinin doğurduğu özellikle etnik ve sınır problemlerinin çözümünün de anahtarı olabilir. Bu problemler halen sürdürülen devletçi-milliyetçi siyasetler nedeniyle çözümü en zor problemler kategorisini oluşturmakta.
Kürt meselemiz bu dediğimin en yakıcı örneği
Kürt sorununun dört parçalı bir sorun oluşunun, geçtiğimiz yüzyılın yukarıda değindim geleneksel siyaset anlayışı içinde çözümü olağanüstü zorlaştırdığı açık. Ekonomik-siyasi entegrasyon perspektifi ile bakıldığında ise çözümün o denli zor olmadığı görülebilir. Hatta bana göre Kürt sorununun dört parçalı karakteri tersine bölgesel entegrasyonu zorlayan olumlu bir etmen sayılmalı.
Böylesi bir yakın gelecek perspektifi içine Kürt meselemizi oturtabilirsek çözümü zorlaştıran devletçi-milliyetçi yaklaşımlar etkisizleşebilir, müzakere ve diyalog alanı genişleyebilir. Genişleyen alan yalnız müzakere konularıyla da sınırlı kalmaz; sorunun çözümüne katılacak siyasal ve sosyal aktörler çoğalır ve çeşitlenir. Böylece daha müzakere aşamasında çözüm çoğulcu demokrasi temeline oturmuş olur.
“Demokraside çare tükenmez”, daha çok demokrasi ise daha çok çare demektir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.