Kürt sorununda girdiğimiz yolu, özellikle Çukurca’daki çatışmaları ve KCK adı altında yürütülen operasyonların son dalgasını düşünürken, aklım durmadan iki filme kayıyor. Bunlardan biri Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sı; diğeri Mathieu Kassaovitz’in Türkiye’de Protesto adıyla gösterilen La Haine’i.
Filmleri yeniden izleyecek zamanım yok. Lakin hafızamda kaldığı kadarıyla (belki de benim yeniden kurduğum haliyle), bu filmlerin gidişatı tasvir etme konusunda bize yardım edebileceğini düşünüyorum.
Protesto’nun son sahneleri, şu anki durumumuza uygun düşüyor sanki. Elli katlı bir binanın tepesinden düşmekte olan bir adam, her bir katın önünde “buraya kadar her şey yolunda” deyip avunur, hatta sevinir. Filmde anlatıcı mı söylüyor, yoksa bu sahneyi izlerken ben mi mırıldandım bilmiyorum, ama aklımda şu sözler yer etmiş: Oysa önemli olan düşme süreci değil, yere çarpma ânıdır.
Duvara Karşı filminin ilk sahneleri de, böyle gidersek nereye varacağımız konusunda bir uyarı gibi duruyor. Yaşadıklarının etkisiyle bir çıkmazda olduğunu düşünen Cahit, arabasını bilerek ve hızlı bir şekilde duvara karşı sürer ve tabii duvara toslar.
Kürt sorununda, 1980’lere kadar arabayı hep yanlış/bozuk yollara soktuk. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla girdiğimiz yeni dönemde ise, birkaç istisnaî durum dışında, arabayı duvara karşı sürmeye başladık. Duvara çarptığımız da oldu. Her seferinde yaralı kurtulduk ve bir yolunu bulup yeniden yola koyulduk. Fakat bu sefer, hem hızımız daha yüksek hem de duvar daha sert sanki.
En geç 2009’dan beri bu hükümetin önüne getirilen bir “güvenlik konsepti” var. Konseptin neler içerdiğini tahmin etmek mümkündü, ama onu savunanlar, önceleri adını tam ve açık bir şekilde koymaktan kaçındılar. Son zamanlarda dilleri bayağı çözüldü, her şeyi rahatça söylüyorlar. Artık bir tereddüt yok; konseptin esası şu: PKK’yi siyasi ve askerî açılardan iyice zayıflatmak ve ondan sonra müzakereye çekmek!
Öcalan’la görüşmelerin, PKK’yle müzakerelerin yürütüldüğü zamanlarda bile, bu konsept masadan kalkmadı. KCK adı altında yürütülen operasyonlar, bunun en açık kanıtı. Bu operasyonların amacının, PKK eksenli siyasetin gücünü kırmak olduğu artık bir sır değil. 2010 referandumu sonrasında hükümete yakın çevreler de, operasyonun siyasî nitelikli olduğunu açık veya örtülü bir şekilde kabul ettiler.
Görüşmelerin ve müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine PKK savaşı yeniden tırmandırdı. Silvan ve sonrası, hükümetin, konseptin askerî boyutuna da ikna olmasını kolaylaştırdı.
Bugünkü ortamı, “topyekûn savaş hazırlığı” olarak tanımlamak bence abartı olmaz. Her iki taraf da, çok büyük ölçüde savaşa odaklanmış görünüyor. Hükümet, bugününü ve geleceğini bu konseptin başarılı olmasına yatırmış izlenimi veriyor. Bu yatırım arttıkça, hükümet “ya hep ya hiç” noktasına sürüklenebilir. “Kazanamasam, yok olurum” psikolojisi, bu sürüklenişi daha da hızlandırabilir.
Bu psikolojiyle hükümet, kazanmak için her türlü yolu denemeye yönelebilir. Gidişatın bu yönde olduğuna dair işaretler de giderek çoğalıyor zaten. Medyaya ayar vermek, TMK’nın daha sert uygulanmasını sağlamak, psikolojik savaşı yoğunlaştırmak gibi. KCK operasyonları, bütün bunların billurlaştığı alan olduğu için özel önem taşıyor.
KCK operasyonları, PKK’nin şehir yapılanmasına karşı inzibatî ve adlî bir süreç gibi sunuluyor; ama asıl amacının PKK’yle aynı zeminde yürütülen siyaseti tasfiye etmek olduğu yine de saklanamıyor. Bu operasyonlara hukuksal kılıf ve makul siyasî açıklama getirme konusundaki bütün çabalar, açık bir tutarsızlıkla malul olmaktan kurtulamıyor.
Gözaltı ve tutuklama gerekçeleri ile iddianameler incelendiğinde, aynı sebeplerle onbinlerce, hatta yüzbinlerce kişinin bu operasyona dâhil edilmeleri; şu an dışarıda olan BDP’li bütün politikacıların, hatta –biraz abartırsak– BDP’ye oy vermiş olanların da yargılanmaları ve nihayet BDP’nin kapatılması lazım.
Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun tutuklanması, KCK operasyonlarının, hükümetin Kürt politikasına muhalefet edenleri sindirme ve susturma amacıyla da kullanılacağı şüphesini güçlendiriyor.
Bu hâl, bir “fiilî olağanüstü hâl”dir. Bu politikalarda bir “yenilik” yoktur! Başbakan ve başkaları aksini iddia etseler de, bu yol 1990’lara çıkar. O yıllara damga vuran politikaların bizi nereye götürdüğünü hatırlatalım: Duvara çarpmak!
PKK, kendi varlığına yönelik büyük bir tehdit olarak gördüğü bu politikalara, şiddeti yoğunlaştırarak ve yayarak cevap veriyor. Bunu da başlıca iki şekilde yapıyor: Kırsalda asker kayıplarının çok olacağı saldırılar, şehirlerde de terör eylemleri!
Savaşın bu şartlarında PKK için “zafer” diye tanımlanabilecek bir tek durum var, o da hükümetin başarısız olmasıdır. Bunun için de her yolu denemeye hazır görünüyor.
Bu güya yeni konsepti savunanlar, hükümete sürekli gaz veriyorlar. Onlara bakarsanız, “her şey yolunda”! Bana sorarsanız, hepimizin içinde bulunduğu araba, sert bir duvara karşı büyük bir hızla gidiyor. Frene basmamız, direksiyonu yeniden müzakere ve demokratik siyaset istikametine kırmamız gerekiyor!
Hızımız arttıkça, fren belki duvara çarpmamızı önler, ama o arada araba da devrilir. Yine yara bere içinde kalırız. Yaralarımızı ve yolumuzu tamir etmek için de daha çok bedel ödemeye mecbur oluruz.
Henüz vakit varken, fren lütfen, acil fren!..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.