Türkiye bir süredir, ama ancak bazı “sektör”leriyle, bir “normalleşme” sürecine girdi. “Normal” olmak bizim için çok “normal” bir şey olmadığı için, bu yolda atılan adımlar da “haber değeri” taşıyor. Örneğin, “Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı’nı selâmladı” gibi önemli bir haber okuyabiliyoruz.
Gene de, gazeteci dediğin bu normallik halinden çok hoşlanmaz, çünkü yazacak şeyler azalır. Türkiye’de bu azalmaya karşı bir çare benim hakkımda kötü bir şey yazmak oldu, son günlerde. Kervana –şimdilik– son katılan da Ertuğrul Özkök oldu. Onu “en çok düş kırıklığına uğratan yazar” benmişim. Bunu ben Ertuğrul Özkök için söyleyemeyeceğim: o beni hiç düş kırıklığına uğratmadı, hiç şaşırtmadı da. Bu son saldırısı da beklemediğim bir şey değildi. Daha açık söyleyeyim: beklediğim bir şeydi.
Şimdi, onda bu düş kırıklığına yaratan şeyler üzerine birkaç söz söyleyeyim. Dün de, bu “cephenin” çarpıtma tekniği üstüne yazmak gereğini duymuştum. Durumlar değişmeyince söylenen sözler de ister istemez “tekrar” oluyor.
Ertuğrul Özkök, Ergenekon davasının uzaması, duruşmanın geç başlaması, daha birçok bağlantılı konu hakkında yazan biri, bunları yazanlardan biri. Benimse bu gibi hukukî yanlışları, tarafgir davranışları meşrulaştırma çabasında olduğumu, “Geçmişte bunlar bize de yapılmıştı” diye özetlediği intikamcı bir tavır aldığımı yazıyor. Daha önce de, benim bir yazım üstüne, ad vermeden, bunları yazmıştı.
Oysa benim o diline doladığı yazıda söylediğim şey bu değildi. Başta Ertuğrul Özkök’ün kendisi olmak üzere, bu “Ergenekon” yargılamasının prosedüründen çok rahatsız olan ve iki günün birinde bunu yazan kişilerin, bunların beş beteri olduğu yıllarda bunlar hakkında tek bir laf etmediklerini söylüyordum.
Evet, bizim davanın açılması, ilk duruşmanın yapılması, yanılmıyorsam bir yıldan fazla zaman aldı. Askerî yargıç, tutukluların suçlandıkları maddeden hüküm giymeleri durumunda alacakları cezanın asgarî süresini doldurmadan kimseyi tahliye etmedi. Bu arada benim mahalleden çocukluk arkadaşım dünya güzeli, Hatice Alankuş, yirmili yaşlarında, bağırsak düğümlenmesi nedeniyle öldü. Ertuğrul Özkök ‘ün dediği gibi “O bir askerî darbe dönemiydi”. Ama bu uygulamalar hakkında eleştirel bir görüşü olanlar, görüşlerini, dönem sona erdikten sonra söyleme cesaretini gösterebilirlerdi. Böyle bir görüşü olan biri, Hürriyet gazetesinin yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün burada yıllardır yaptığı yayını herhalde yapmazdı. Bir evde tek başına sarılan adam için, İnsan Hakları Derneği, “Niçin öldürdünüz? Niçin sağ ele geçirmediniz” diye sorunca, gazetesinde bilmem kaç puntodan “ÇÜŞ” diye manşet attıran adam, şimdi Ergenekon bağlamında demokrat kesilmiş, ondan bundan da düş kırıklığına uğruyor...
“O bir askerî darbe dönemiydi”... Ertuğrul Özkök, büyük Hürriyet gazetesinin başında, o “askerî darbe mantığı”nın bütün ömrümüzü biçimlendirmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Ünlü “Andıç” olayında nasıl davrandığını iki gün önce kendisi yazıyordu.
“Ama en acısı seçim sırasında gösteri yapan bir genci Ergenekonculuk’la suçlaması” diye bir cümlesi var. Bunu çarpıtan çok oldu (özellikle Birgün ve Dev-Yol çevresi). Sırrı Önder de gündeme getirince, o tek satırla ne demek istediğimi bir kere daha, uzun uzun açıkladım. Ama Ertuğrul Özkök’ün ve taifesinin işlerine gelmeyen şeyden haberdar olmama ve öyle bir şey olmamış gibi davranma hakları var.
Başlıca “taktik”leri bu zaten. Dün, hangi sözümden nasıl bir anlam çıkarıldığını, sonra, sırasını bekleyen bir başkasının, çıkacak tek anlam oymuş ve bu kesinleşen bir olguymuş gibi saldırıp onun üzerine yeni bir şey kurmaya çalıştığını anlatmıştım. Ertuğrul Özkök zaten bu yöntemlerin mucidi ve Türkiye’nin 12 Eylül sonrası “Neo-faşizm” orkestrasının şefi. Onun için aynı şeyi onun da yapmasında şaşıracak ya da “düş kırıklığına uğrayacak” bir neden yok.
Ertuğrul Özkök hakkında söyleyeceklerim henüz bitmedi.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.