Değişme, dönüşme zorunluğuyla karşılaşmış bir toplum, bir medeniyet âleminden çıkıp başka bir medeniyet âlemine katılma kararına varmış bir ülke, bir “kimlik sorunu” yaşar. Bunu yaşamasında şaşılacak bir şey yoktur. Bunun bir “kural” olduğu bile söylenebilir.
Böyle bir zorunlukla karşılaşmış ülkelerin sayısı da hiç az değildir. “Az” bir yana, bununla karşılaşmayan bir toplum olduğunu sanmıyorum. Bunun böyle evrensel, herkesi kapsayan bir durum olmasının nihaî nedeni de, buhar gücünü kullanma yolunu bularak sanayileşmeyi başlatan Batı’dır. Dünyanın bir yerinde böyle bir olay patlayınca, dünyanın geri kalanı, istese de istemese de, gönüllü ya da gönülsüz, yönünü böylece açılan bu yola dönmek ve bu yoldan yürümek zorunda kalmıştır. Bu evrensel süreç sanayi devrimiyle başladı, bugün hâlâ devam ediyor.
Bunun cefasını biz de hâlâ çekiyoruz. Oysa dünyada bu yola en erken giren toplumlardan biriyiz. Rusya öyle. Bu kadere karşı Pan-Slavizm diye bir ideoloji icat etmişlerdi. O ideoloji bizim de benzer bir ruh hali içinde Pan-Türkizm’i icat etmemize (Rusya Türkleri’nin öncülüğünde) yol açmıştı. Yani, “her yiğidin farklı yoğurt yemesi” olduğu gibi her toplumun da kendini Batı’dan yayılan hayat tarzına uydurması farklı (ama aynı zamanda “benzer”) biçimler almıştır.
Bu durumun bizde yarattığı kimlik kargaşasına karşı Ziya Gökalp’ın ürettiği üçlü çözüme dün değinmiştim: Türk’üm, Müslüman’ım, Batılı’yım. Bir “kimlik tanımı”, sadece kim olduğumu değil, kim olmak istediğimi de anlatır, ima eder. Gökalp bunu söylerken Osmanlı İmparatorluğu batıda davayı kaybetmiş olsa da doğuda hâlâ “imparatorluk”tu. Arap dünyasının büyükçe bir parçası hâlâ Osmanlı sınırları içindeydi. Onun için de “Müslümanlık” vurgusunun anlamı ve işlevi vardı. Dünya savaşının bitiminde bu durum değişti. Araplar’la ortak bağ arama ihtiyacı ortadan kalktı. Hattâ araya ciddi düşmanlık duyguları da girdi. Artık bir “ulus-devlet” olarak yeniden biçimlenmesi mukadder olan Türkiye’nin kimliğinde bu boyuta gerek kalmamıştı ya da bu dönüşümün dümenini elinde tutan kadrolar gerek kalmadığını düşünüyordu.
Uzun lafın kısası, ortada bir “kimlik sorunu” olmasından bu kadro ve onun önderi Mustafa Kemal sorumlu değildi. Ama “sorun”un “bunalım”a dönüşmesinden onlar sorumludur. İslâm, bu yeni “biz”in “olmak istediği” şey sayılmasa da, “olduğu” şeyin çok önemli bir parçasıydı. Rejimin ona karşı aldığı tavır, öncelikle de benimsediği üslûp, bugün hâlâ bu toplumu uzlaşmaz biçimde kutuplaşmaya sevkeden bir tatsızlık yarattı.
Ayrıca, “Biz Türk’üz” demenin üslûbunun da normal bir kimlik tesbitiyle ilgisi yoktu. Çünkü bu yalnız bir “kimlik” değil, yeni bir “emperyal” hevesin üzerine oturtulacağı temel olarak biçimlendirildi. Bir Türk’ün dünyaya bedel olması türünden gereksiz böbürlenmelerin dayanağı olarak sunuldu. “Övün” diye nasihat verildi.
Ve saçma sapan bir “tarih tezi” imal edildi. Bu tez, dünyada saygıdeğer bir yer kazanmanın değil, olsa olsa, alay konusu olmanın bir aracı olabilirdi. Nitekim öyle oldu.
Bugün belki de ilk kez olmak üzere Atatürk üstüne bir tartışma ortamının zemini oluşmaya başlıyor. Atatürk’ün anladığı “toplum mühendisliği”nin hâlâ yaşayan olumsuz etkileri üstüne söylenecek çok şey var. “Hâlâ yaşayan” nitelemesini gerektirdiği için de bunlar son derece ciddi. Ama bugün “hâlâ yaşamayan” bu “tarih tezi”ni üreten zihniyetin de esaslı bir eleştiri eleğinden geçirilmesi bana çok önemli görünüyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.