Aslında hep heves ederim şöyle fiyakalı yazı girişlerine ama her zaman nasip olmuyor elbet yazıya, “Bunu on bin iki yüz metre yükseklikte yazıyorum” diye başlamak.
Altımızda Alp Dağları.
Lekesiz bir beyazlıkları, buzlu bir parlaklıkları var, öyle uzanıp gidiyorlar, tekdüzeliklerini arada çıkıveren sivri kayalıklar bozuyor.
Derin uçurumlu vadilerin dibinde küçük kahverengi noktacıklardan oluşan minik köyler görünüyor bazen, asabi bir kırbaç gibi incecik bir yol kıvrıla büküle dağların arasından geçiyor.
Zürih Havaalanı’nda bir gazeteyi bizim paramızla on liraya satıyorlar ve beni şaşırtan bir biçimde dolar kabul etmiyorlar.
Eskiden de mi kabul etmiyorlardı acaba yoksa bu küresel kriz doları iyice güvenilmez bir hale mi getirdi İsviçrelilerin gözünde, bilmiyorum.
Hazır bu kadar yukarılardan uçarken, milliyetçi duygularımızı da okşayacak bir duygumu da söyleyivereyim; geçtiğim havaalanları bizim İstanbul havaalanlarının yanında köy havaalanı gibi kalıyor.
Şu kısaca “rejim” dediğimiz İttihat-Terakki yapımı çarpık yapımız olmasa, halkın bir bölümünün ikinci sınıf kabul edildiği bir sistem oluşturmasak, eşitliği kabul etmemek için savaşı tercih eden bir saçmalığımız bulunmasa, son zamanlardaki atılımlarımız, krizden etkilenmeyen neredeyse tek ülke olmamız, sürekli zenginleşmemiz, Avrupa’nın “Avrupa’nın hasta adamı” olduğu bir dönemde bizim “güçlenmemiz”, bize gerçekten de çok güvenli ve zevkli bir hayat yaşatacak.
Osmanlı çöktüğünden beri çok özlediğimiz kibrimize ve dünyaya tepeden bakma arzumuza kavuşacağız.
Bizim kendimize olan güvenimizi pekiştirmemiz için her şey denk geldi aslında, dünya krizle sarsalanıyor ve biz sağlamız, komşular çöküyor ama biz gelişiyoruz.
Ama gel gör ki bunun tadını çıkartamıyoruz.
Ülke içindeki eşitliği sağlamak için adım atmamamız, yakın tarihimizin gerçekten de en keyifli olabilecek bir dönemini kana buluyor.
Türkiye’nin ve hükümetinin dünya starı olmasına bir parmak kala AKP iktidarının birdenbire her çözümü sertlikte arayan bir şaşkınlığa yuvarlanması, insanın yaban ellerde son başarılarla keyiflenmesine el vermiyor, Türkiye’yle ilgili kimle konuşsanız “işler niye böyle kötü gidiyor, ne oldu birdenbire” diye soruyor.
Ne olduğunu ben bilmiyorum ki başkalarına anlatabileyim, “Korktular herhalde” diyorum, “ya da başkanlık hayali Erdoğan’ın zihnini darmaduman etti, içinde bulunduğumuz vaziyeti göremiyor”.
Hadi hazır şu milliyetçilik şerbetinden tatmışken bir yudum daha alayım; bu Türkiye’ye üzülmelerinde gizli bir sevinç de hissediyorum gibi geldi bana doğrusu; Başbakan’a da şürekâsına da bir kere daha öfkelendim, ahir ömrümüzde yabancı diyarlarda şöyle bir şişine şişine dolaşacaktık ki ani bir manevrayla her şeyi berbat ettiler.
Başbakan’ın adamları gitsinler de dünyayı bir dolaşsınlar, “krizden nasıl kurtuldunuz” diye soranlar ardından, “bu siyasi krize nasıl yuvarlandınız, niye aniden böyle otoriter, baskıcı bir rejim oldunuz, Kürt meselesi niye bu hale geldi” diye soruyorlar.
Sorular neredeyse hep aynı.
Türkiye’deki durumu biraz abartıyorlar gerçi ama onlara da “yok canım, çok iyiye gidiyoruz” diyemiyorsunuz.
Zaten birkaç yıl önceki o “Türkiye hayranlığı” da kaybolmuş, AKP’nin yaptığı reformları desteklemiş olan demokrat insanlar şimdi sessizler.
Daha iki yıl önce kendisinden bir “dünya lideri” gibi söz edilen Erdoğan yeniden “Ortadoğulu bir lidere” dönüşmüş yabancıların kafasında.
O coşkulu övgüler bitmiş.
Övgü yerine kuşkulu bir merak var şimdi, “ne olacak, Türkiye ne yapacak” diye.
Ekonomide gösterdiği başarıyı bu iktidar siyasette de gösterebilseydi, başladığı ve sonuna kadar gitmeye söz verdiği reformları yapabilseydi, şu anda yeryüzünün her yanında kabara kabara dolaşabilecek, ilk defa bu ülkenin vatandaşı olmanın tadını çıkaracaktık.
Gene de ekonomideki başarılar, yaşam kalitemizdeki büyük sıçrama, eskiye kıyasla çok daha önde bir ülke olmasını sağlıyor Türkiye’nin; “niye herşeyi berbat ettiniz, ne oluyor, savaş yayılacak mı” diyenlere hemen “ekonomi iyi kardeşim” cevabını yapıştırabiliyorsunuz.
Hâlâ on bin metre yükseklikteyiz, Bulgaristan’ın üstünden geçiyoruz ve “komşu” baştan aşağı bembeyaz, Sibirya’ya dönmüş.
Bakalım İstanbul nasıl?
Her seferinde olduğu gibi gene çok özledim İstanbul’u, şehirlerin kraliçesi ne de olsa.
Karlıymış dediler.
Olsun, biz haspanın her halini severiz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.