Konsolosluk basılmasından sonra burada hükümet adına demeç verenler, her şeyden önce, “Bize karşı değil” mealinde bir şeyler söylediler. Adamlar gelip basmış, o kadar kişiyi derdest edip götürmüş, daha nasıl “bize karşı” olunur, akıl erdirmek güç. Herhalde bunları yapacaklarına Gezi Parkı’na gelseler ve “Burası park olarak kalsın, kent halkına sorup danışmadan da kışla mışla yapılmasın” deselerdi, o zaman “bize karşı” oldukları anlaşılırdı ve “bize karşı” oldukları böylece anlaşılınca, şöyle otuz kırk bin polisle üstlerine yürürdük, şu kadar kör, bu kadar ölü, “bize karşı” olmanın ne demek olduğunu onlara gösterirdik.
Bu sabah da adamların bin beş yüz mü, bin yedi yüz mü, o kadar Şiî’yi kurşuna dizdiği haberi. Bu, birilerinin araştırıp da “Böyle yapmışlar” diye açıkladığı bir bilgi değil, kendilerinin göğüslerini gere gere, kıvançla, “yaptık” diye bildirdikleri bir şey. “Yaptık, yapmaya devam edeceğiz...”
Ortadoğu! Burada her türlü şiddetin bitmez tükenmez kaynağı var. Ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar nefretlerini tüketemiyorlar. Üstelik, aktörlerin sayısı artıyor. Bir zamanlar başkalarının (genellikle iktidarların) yaptığı vahşetin seyircisi konumunda olan kitleler şimdi kendileri, kendi vahşetlerini uyguluyor. Rekor, henüz, düşmanının ciğerini düşleyen “özgürlük savaşçı”sında, ama her an rekorunu elinden alabilecek bir kalabalık var orada.
Bu aynı Ortadoğu’da bir süre önce demokratik taleplerle kendini ortaya koyan bir hareketlenme yaşanmıştı; adını da “Arap Baharı” koymuşlardı (“Prag Baharı”ndan benzetme --sonu da benzedi).
Şimdi o olay büyük ölçüde sönümlendi, ama o da yapay, iğreti bir şey değildi. Otantikti ama şu şimdiki günlerin atmosferini belirleyen vahşet eylemleri --ve eylemcileri-- kadar güçlü ve yaygın değildi. Nasıl olabilsin ki, bu genel ortamda? Aslında olduğu kadarı, gelecek için umut veriyordu. Hâlâ da veriyor.
Ortadoğu’yu şimdiye kadar yönetenler yönetti. Nasıl yönettikleri sorusunun cevabını bugünün bu gelişmeleri yeterince veriyor. Sonuçlar ortada. Bütün bu tarih, insanlara mezhep, aşiret vb. dar kimlik, bağlılık, “aidiyet” nosyonlarından öte bir perspektif kazandırmamış. Öldürmek dışında bir “yöntem” de geçerli olmamış. Dolayısıyla, eski yönetimler miadını doldururken (Lenin’in deyimiyle, “yönetenler yönetemez” oluyor), bunların yarattığı boşluğu heterojen güçler dolduruyor. Demokrasi isteyen ama bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilmeyen bir kesim var, IŞİD gibi, arkaik kinleri, enerjileri seferber edebilenler de var. Yakın dönemde bir “selâmet” yolu da görünmüyor.
Böyle bir çerçeve içinde Türkiye’ye baktığımızda, ne yazık ki, bütün bunlardan bağışık, böyle sorunları olmayan bir toplum görmüyoruz. Ama “işte, tipik bir Ortadoğu toplumu” denecek bir yapı da görmüyoruz. Türkiye, “emperyal” tarihiyle olsun, Cumhuriyet tarihiyle olsun, farklı bir noktaya gelmiş, farklı bir noktada duruyor. Bulunduğu bölgenin bu özelliklerini büsbütün silkeleyip atamamış üstünden; hattâ ayağı kayıp yeniden o kargaşa içinde de bulabilir kendini. Ama bunun tam tersi de mümkün. En azından, “bunun tam tersi” dediğimiz şey her neyse, o şeyin ögelerinin en sağlam biçimde toplandığı ülke Türkiye, bu Ortadoğu coğrafyası içinde.
“Artık demokrasi istiyoruz” diyenler de Türkiye’ye baktıkları zaman bunu görüyorlar. Birkaç yıl önce bu “model” konusunu daha sık konuşuyorduk. Suriye ve Irak’ta olanlardan sonra pek konuşamaz olduk. Ama o potansiyel gene orada duruyordur. Konjonktür değişince daha belirgin görünür. Türkiye kendisi, bundan vazgeçmedikçe, onu “model” yapan özelliklerini kendi eliyle yolmadıkça.
Ama şu ortamda, Türkiye’de ipleri elinde tutan güç bunun farkında mı? Ne kadar farkında?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.