Henüz hiçbir konuda muhtevayı tartışma boyutuna gelemedik diye düşünüyorum. Çünkü söylenenle değil, söyleyenle ilgiliyiz.
Bu her zaman böyleydi.
Lakin günümüzde her şey ziyadesiyle sunuma takılı olarak ilerliyor.
Ne demek istiyorum?
17 Nisan Dolmabahçe buluşması üzerinden meramımı anlatmayı denemeliyim. Pazartesi günü yazmıştım. Biliyorsunuz, Başbakanımız Sayın Erdoğan yazarları dinlemişti Dolmabahçe ofisinde.
Ayşe Kulin söz aldığında şöyle bir cümle ile başladı konuşmaya: "Size oy vermeyen biri olarak, beni buraya çağırdığınız için öncelikle teşekkür ederim."
Teşekkürle bitse de bu çok kaba bir ifade. Sadece orada bulunan siyasilere karşı yapılmış bir kabalık değil, orada bulunan yazarlara da yapılmış bir kabalık. Ancak Ayşe Kulin güzel bir kadın olduğu için, söylediğini de yumuşak bir ses tonu ile söylediği için, yaptığı kabalık ilk bakışta çoğunluk tarafından pek anlaşılmıyor.
Bu cümle ancak "Sayın Ayşe Kulin, siz bize oy vermiş miydiniz" sorusu sorulduğunda kurulabilecek bir cümledir. Böyle bir soru var mı? Hayır. Öyleyse onlarca kitaba imza atmış ve üstelik çok satanlar listesinden inmediği halde, verdiği her röportajda anlaşılmadığından şikayet etmiş bir edebiyatçı olarak saygın bulunmamanın acılarını çekmiş olan Ayşe Kulin, bu cümleyi neden kuruyor?
Çünkü hem orada olmak istiyor, hem de orada olanlarla özdeşleşmekten korktuğu için "dışarıya" mesaj veriyor. Ayşe Kulin bunu hep yapıyor. Mesela Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında yapılan bir etkinlik için Berlin'e giden bir gurup yazarın içinde Ayşe Kulin de vardı. Katıldığı panelde bir de başörtülü konuşmacının olduğu görünce, yapacağı konuşma ile hiç alakası olmadığı halde "Ben şimdiye kadar başörtülüleri yazmadım. Çünkü ilk defa burada görüyorum." dedi.
Bu cümle şöyle bir sorudan sonra anlamlı bir cümle olabilirdi: "Sayın Ayşe Kulin, değişik kesimlerden kadınların hikayelerini yazdınız. Fakat başörtülüleri hiç yazmadınız. Neden?"
Böyle bir soru var mıydı? Hayır! Hal böyle iken, neden Ayşe Kulin o cümleyi kuruyordu? Çünkü başörtülü bir yazarla aynı kürsüyü paylaşmaktan ürkmüştü.
Demokratik açılımın "Kürt açılımı" hanesine sempati duyuyor Ayşe Kulin. Çünkü Avrupalılar da sempati duyuyor. Ama demokratik açılımın başörtüsüne hürriyet hanesine hiç de sıcak bakmıyor. Nitekim Berlin'de konuşma sonrası yemekte yan yana düştük. Doğrudan suçlamaya başladı bendenizi. İlk defa karşılaştığı birini, dini kaba saba yaşamakla suçluyordu, "zarif edebiyatçımız." İfadeler şöyle: "Ben sizin din anlayışınızdan ürküyorum."
Halbuki ben dînî bir konuşma yapmadım. Fatma Aliye Hanım'ı anlattım, Osmanlı coğrafyasının ilk yazar kadını olarak. Meramımı anlatmak üzere örneklerimi ifadelendirirken cumhuriyet öncesi, cumhuriyet dönemi gibi bir ayırımı kullanmam onun nezdinden bendenizi Cumhuriyet karşıtı yapmaya yetiyordu.
Din ile hiçbir bağı olmayan Oya Baydar ile anlaşmakta hiç sıkıntı çekmez iken "Benim anneannem de son derece dindardı" diyen Ayşe Kulin'in ağır ithamlarına maruz kalmamın sebebi neydi? Ayşe Kulin'in anneannesi namazını bile kılan dindar bir kadınmış, ama onu asla başörtülü görmemiş.
"Ayşe Hanım" dedim, "eğer aile tarihimizden örnek vermeye kalkarsak, ben yedi kuşak önceki ninemin başının kapalı olduğunu ispat edebilirim. Ama siz başı açık ninenizin üç kuşakta izini süremezsiniz. Çünkü baş örtmek kadim, başı açık olmak ise nevzuhur bir durumdur tarih sayfalarına bakıldığında."
Berlin dönüşü bu anekdotları yazmamıştım. Şimdi Dolmabahçe sonrası neden yazma ihtiyacı duydum? Çünkü Ayşe Kulin'in kimliğinde ifade bulan bir nezaketsizlik var.
Diyeceksiniz ki neden davete icabet eden yazarı yazıyorsun da icabet etmeyenleri, icabet etmeyişlerini de oldukça ağır bir dil ile ortaya koyanları yazmıyorsun? Mesela Latife Tekin'i.
Yazmıyorum, çünkü o bütün bunları "yazılmak" için yapıyor. Evet, yazarlar muhalif olur.
Ama muhalefetlerini önce mahalle baskısına karşı yapmaları şartıyla.
Davete icabet etmemeyi, özgürlük, demokratlık ve muhaliflik üzerinden ifadelendirmeye çalışanlar, reklamın kötüsü olmaz ilkesini yürürlükte tutmaya çalışıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.