Türkiye’nin büyük sorunları hepimizin üstüne kalın bir battaniye gibi öylesine soluksuz bırakarak seriliyor ki bazen etrafımızdaki olayların hepsini görmekte zorlanıyoruz.
Yüzyıllık sorunların zihnimize dolanan zincirlerinin şakırtısı tekil dramların çığlıklarını duymakta gecikmemize yol açıyor.
Geçenlerde genç bir doktoru, bir hasta yakını kalbinden bıçaklayıp öldürdü.
Hastane gibi hayatla ölümün iç içe durduğu yerlerdeki gerilim kimi zaman öfke patlamalarına yol açıyor, o sahipsiz öfkeler de bazen doktorları hedef alıyor.
Doktorlar, insanla tanrı arasında bir yerde dururlar.
Sıradan bir insanın bilmediği bilgilere ve çarelere sahiptirler, ağrıyı dindirebilir, bir insan bedenini kesip içinden “bozuk” parçayı çıkartabilir, yerine yenisini takabilir, iç organların, damarların arasında dolaşabilir, hayatı zehir eden bir acıyı bazen tek bir ilaçla kesebilir, en ümitsiz olduğun anda seni hayata döndürebilirler.
Hayranlık ve saygı uyandırırlar.
Ama başkalarının sahip olmadığı ellerindeki büyük bilgi, çaresizin karşısında çareyi elinde tutma gücü, zavallı bir hastaya çok karmaşık gelen bir sorunu çözebilecek yeteneklerinin olması onlara iyiye de kötüye de kullanabilecekleri olağanüstü güçler bağışlar.
Zaten bunun için o “gücü” iyilik amacıyla kullanacaklarına dair yemin ederler, taa Hipokrat’tan bu yana o gücün kötüye de kullanılabileceğini bilir insanlar.
Aralarından bunları kötüye kullananlar da çıkar ne yazık ki.
İnsanlarda yarattıkları hayranlığın içinde beslenen o garip kıskançlık, hatta korku, böyle doktorlar nedeniyle bazen bütün mesleğe yönelen bir kızgınlığa da dönüşür.
Bu yüzden iki duygusal tepkiyle de karşılaşırlar, hayranlık ve saygı da görürler, isyan ve kızgınlık da.
Övgüler de alırlar, küfürler de.
Onların ne kadar zor şartlarda mesleklerini yaptıklarını unuttuğumuzu düşünüyorum, ellerinde silah olmadan cephelerde ölümün arasında dolaşırlar, salgın hastalıkların göbeğinde çare ararlar, her gün dertler dinleyip derman bulmaya çabalarlar, kapılarından hep acılı insanlar girer, bazen saatlerce o yapay ışıklı ameliyathanelerde bir milimlik bir hata yapma lüksü bile olmadan kaderle dövüşürler, her gün ölümü görürler, her gün bizim aramıza gördüklerini unutarak dönmeye uğraşırlar.
Bir de hakarete ve saldırıya uğrarlar.
Bu son cinayet, doktorları daha iyi korumamız gerektiğini gösterdi, onları öyle her saldırıya açık bir alanda yapayalnız bırakıyoruz, onlar bizim yardımımıza koşuyor ama biz onların yardımına koşmuyoruz.
Sağlık Bakanı’nın hastanelere gösterdiği özeni doktorlara da göstermesi gerekiyor, nasıl yapar bilmiyorum ama doktorları korumak için bir çare bulması gerektiğini biliyorum.
Genç bir doktor, geride hamile bir eş ve babasız büyüyecek bir çocuk bırakarak aramızdan ayrıldı.
Doktorlar varlıklarıyla bizim hayatımızı korurken, ortak aldırmazlığımızın kurbanı olan bu genç doktor da umarım bu trajik ölümüyle diğer meslektaşlarının korunmasını sağlar.
Ailesi ve meslektaşları belki bununla bir teselli bulur.
Bu karmaşada yeterince dikkati çekmeyen bir başka olay da tiyatro dünyasında yaşanıyor.
Ölüm kadar dramatik değil ama anlayabildiğim kadarıyla daha kansız ve daha ufak çaplı bir cinayet sahnelerde işleniyor.
Geçenlerde Doğan Hızlan da yazmıştı, tiyatroların repertuarlarını belirleme hakkı tiyatro yöneticisinden alınıp bir “heyete” verilmiş.
Heyette de belediye başkanının yardımcıları falan varmış.
Tiyatrocular bunu protesto ediyorlar haklı olarak, dün de Kenan Işık istifa etmiş.
Tiyatroyu, tiyatroculardan alıp “belediyecilere” vermeye kalktın mı öldürürsün tiyatroyu.
Galiba AKP sanat dünyasının “özgürlüğünden” rahatsız, pek “ahlaklı” bulmuyor piyesleri, kendince bir “ahlak standardı” getirecek.
Sanatın sanattan başka kaygıları oldu mu, sanat ölür.
Sanat, hayatın “gizlenen” yüzünü ortaya çıkarır, o “gizlenen” yüzde insanların bütün zaafları, günahları, utançları da bulunur.
“Muhafazakâr ahlak”, insan zaaflarının konuşulmamasını ister, insanın içgüdülerinden korkar, cinsellik konusunun yanına bile yaklaşamaz, aşk, sevişme, ihanet yokmuş gibi davranılmasını arzular.
Ama bunlar vardır.
Hayatın içinde göremediğimizi sahnede görürüz, Çetin Altan’ın söylediği gibi “tiyatro hayattan daha gerçektir”, çünkü saklanan ve saklanmayan ne varsa ancak sahnelerde, kitaplarda birarada kendini gösterebilir.
Ahlakçılık adına sanat düşmanlığı, muhafazakârlık adına sansürcülük, “herkes benim gibi olsun” tutturması sonunda çok ciddi bir kültürel bölünmeye yol açar.
Büyük bir kültür savaşı yaşanır.
O savaşta çoğunluk azınlığı yenemez.
Türkiye’yi büyük bir kasabaya dönüştürme gayreti de başarıya ulaşamaz.
İsterseniz deneyin.
Hayatınızda görmediğiniz ölçüde büyük bir savaşla karşılaşırsınız.
Her partiden büyük bir sanat cephesi çıkar karşınıza ve küçümsemek istediğiniz sanatın silahtan daha güçlü olduğunu şaşırarak öğrenirsiniz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.