Suriye'deki kargaşanın yönüne ve zamanlamasına ilişkin öngörü yanlışı, Türkiye'nin dış politikasını bir süredir tartışmaya açtı.
Beklenti Esed'in kısa sürede yenilgiye uğratılacağıydı ama gelişmeler Esed'in tutunma gücünün hiç de azımsanmaması gerektiğini ortaya koydu. Bu sonuç üç farklı dinamiğin çakışmasını ifade ediyor ve Türkiye'nin Dışişleri her üç alanda da gerçeği yakalayamamış gözüküyor. Söz konusu dinamikler, Suriye'deki iktidarı destekleyen toplumsal kesimlerin gücü, Esed rejiminin çevre ülkelerle işbirliği imkânlarının zenginliği ya da derinliği ve nihayet Batılı güçlerin müdahale isteksizliğiydi. Türkiye'nin yanlış bir beklentiye yönelmesinin altında bilgisizliğin olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Belki Batılı ülkelerin tavrı ile ilgili bir temelsiz öngörüden söz edilebilir, ama bir komşu ülkenin toplumsal ve siyasi gerçekliğinden bîhaber olunduğu varsayılamaz.
Yaşanan ‘başarısızlık' Türkiye'yi bir taraf yaptığı ölçüde Suriye etrafındaki kargaşaya da açık hale getirdi. Öte yandan bu ‘başarısızlığı' konu edenler genelde kendilerini dış politikada ‘uzman' olarak konumlayan veya kamusal alanda fikr önder konumunda olanlar. Sorulduğunda halkın da önemli bir bölümünün Türkiye'nin Suriye politikasını başarılı bulmadığı görülüyor. Ama yine de meselenin bu denli basit olmadığını söyleyen işaretler var. Belki de dış politika, AKP'nin genel tavır ve tutumunun da desteğiyle, ilk kez uluslararası çıkar çatışmasının ‘gerçekçi' çerçevesinden kurtularak daha insani bir boyut kazanmakta. Yüzyıllar boyunca devlet bakışının soğuk ve realist değerlendirmesine konu olan, toplumun kendi anlam dünyasının ‘dışında' saydığı dış politika bir anda ‘bize ait' bir dünyanın nasıl yeniden kurulacağı sorusuna cevap verir hale geldi. Böylece yaşanmakta olan acılar ve zulüm doğrudan ‘bizi' ilgilendirmeye, yaralamaya başladı. Ne var ki insani olanın böylesine su yüzüne çıkarak devletin ne yapması gerektiği sorusunu etkilemesi, bir kavramın daha analize dahil edilmesini gerektiriyor: İdeoloji... Çünkü toplumsal tercih ve yaklaşımların dış politikayı belirleyecek kadar önemli hale gelmesi, söz konusu toplumsal bakışı çerçeveleyen ideolojinin etki alanının genişlediğini söylüyor. Bu tespite karşılık olarak dış politikanın her zaman ve her ülkede ideolojik olduğunu söylemek de mümkün. Ama oradaki ideoloji genellikle geniş ve çatışan dünyaların ideolojisiydi. Liberal Batı sistemi ile sosyalist kanadın karşılaşması, ülkelerin kendilerini son kertede bunlardan birinin içinde tanımlamasına neden oldu. O noktadan sonra ‘ideoloji' denen şey sadece taktiksel pozisyon almalar ve stratejik işbirlikleri üretmekle sınırlı kaldı. Diğer bir deyişle tek tek ülkelerin dış politikada ideolojileri değil, çıkarlarını öne alan ‘gerçekçi' duruş ve hamleleri vardı. Dolayısıyla da, anlaşılır nedenlerle, dış politika çok uzun yıllar bir uzman alanı olarak görüldü. Neredeyse mühendislik türünden bir uğraş olduğuna inanıldı... Türkiye'de ise bu anlayış askerî vesayetin hakimiyeti sayesinde normalleşmekle kalmadı, bizzat o vesayetin yüceltilmesinin aracı haline geldi. Böylece dış politika giderek ‘bizden' uzaklaştı, bu işi bilenlerin uhdesine verildi ve kimin işi bildiğine de ‘devlet' karar verdi.
Dünya genelinde ise zaten milliyetçi ideolojinin ürettiği bir ‘ulus devlet' fetişizmi söz konusuydu. Dış politikanın çatışan ve güç arayan devletlerin çarpışma alanı olduğuna inanılıyordu. Kısacası dış politika insanî olanı dışlayacak kadar ‘milli' bir konuydu. Devletleri yönlendiren esas dinamik, her ülkenin bencilliğini rasyonalize eden bir pragmatizmdi...
AKP iktidarı vesayeti durdururken, bu bakışı da sorguya açtı ve dış politikanın içini kendi dünya ve bölge tahayyülü ile doldurdu. Bu ise, İslami bir hassasiyetle Osmanlı'yı hatırlatan bir adalet beklentisini buluşturan bir ‘kimlik' siyasetini ima ediyordu. Sonuçta bir yanıyla kendi kimliğini öne çıkaran çifte standartlı bir politika ile insanî olanı temel alan ilkesel bir duruş birleşti. O nedenle bugün Türkiye'nin dış politikasına bakanların bir bölümü çifte standartları, diğerleri ilkesel olanı görüyor... Birinin İslamî olarak nitelediğini diğeri insanî bulurken, gerçeklik de karmaşıklaşıyor. Çünkü AKP'nin dış politikası sadece hükümetin değil, yükselen bir kültürel hassasiyetin de politikası ve teknisyenliği ima eden ‘gerçekçilik' argümanı bu dinamik karşısında yetersiz. Belki de esas ‘gerçekçilik' bunu görmek... Çünkü AKP'nin Suriye'deki yanlışından söz ederken aynı yanlışın Türkiyeli uzmanlar tarafından kendi ülkeleri için yapılması biraz garip oluyor...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.