• BIST 8980.29
  • Altın 3033.718
  • Dolar 34.2777
  • Euro 37.0994
  • İstanbul 16 °C
  • Diyarbakır 12 °C
  • Ankara 6 °C
  • İzmir 18 °C
  • Berlin 14 °C

Dile Dair ve Anadil…

Ersin Tek

İnsani ilişkiler, iç içe geçmiş, karmaşık bir ağ ve bu ağın her an çatışmayla örüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Her şey, bu çatışma içinde arıyor, buluyor ve kaybediyor kendini. Dil’in kendisi de, bu çatışmanın tam ortasında; kendisi olma mücadelesini veriyor. Belki de dil, bu çatışmanın ta kendisi veya asıl sorumlusu… Madde kendi ismini bu çatışmadan mı, yoksa kendi özündeki atomlardan mı alır? Bilinmez… Felsefesi uzun, bu işin… 

Dil, yolların lâbirenti... Dil’in gizli hazinelerine, söz ve yazıyla yol alıyoruz. Akan şu hayatın içinde, dil’in kırık kayığı var elimizde sadece. İçine döküleceğimiz, parçalanacağımız derin sulara sürükleniyoruz, çaresizce. 

Yazının bittiği yerde söz, sözün çekildiği yerde de yazı devreye giriyor. Bu kısır döngü, hepimiz için mevcut. Hepimizin, söylenmemiş ve asla söylenemeyecek sözleri var/dı ve hep var olacaktır da. Bu tamamlanmamış sözlerimiz, sahibini arayıp duracak varoluşun boşluğunda. Tragedya bu… 

Kendi doğumumuzla da alnımıza yazımızı yazmaya başlarız ve ölümle de bitiririz. Dil ve kader örgüsü ile örülen ömürlerimiz böylece tükeniyor. Geriye bir ‘Bâbil Söylencesi’ kalıyor. Bâbil kulesinde unutulmuş, unutulacak, unutulmaya mâhkum kelimelerimiz, yüzlerimiz, geleceğimiz... Ölümden gayrı... Ayaklarımıza zincirlenmiş zamanlar, eceller yürüyor. Belirli belirsiz tasavvurlar. Kanımızda yürüyen varoluşsal hafiflikler, sızılar, tükenişler… 

Bütün bunlar, absürd bir kurgu bazen. Çok eski zamanlardan kalma bir masal, hepsi bu...

Nasıl anlatmalı bu masalı? 

Bu yeryüzünde, doğru ve eksiksiz bir cevabı yok bu sorunun ve hiç olmayacak… Her şey yarım ve eksik… 

Dil paradoksundan kurtulamıyoruz bir türlü. Ve günden güne daha çok, tutsaklaşıyor ve çaresizleşiyoruz. Wittgenstein’in kulaklarını çınlatıyoruz sürekli. Şişeye sıkışan sineğin çığlıkları ve aldanışı… Ya da, Meriç’in dediği gibi: ‘‘savaş, artık insanla kelimeler arasında.’’ Kelimeler, dil acziyetinin kaypak savaşçıları. Kelimelerle savaşıyoruz acımasızca… Bizi biz ettiği kadar, bizi bizden alan kelimeler. 

Bir oyun… 

Ali Çolak ‘Yitik Hüzün’ kitabındaki ‘yabancı dil, yasak aşk’ adlı denemesinde şunları yazıyordu: ‘‘Kelimelerimiz aynamızdır bizim, en derin iç sesimizdir. Çocuklarımızın adı, nesnelere, mekânlara verdiğimiz isimler, ruhumuzun arzularını, açlıklarını ve hülyalarını haber verir. Dünyamızın sınırları kelimelerimizin gidebileceği ufuklar; hayatımızın tadı da onlara sığdırdığımız anlamlar kadardır. … Hayatımız ne ise kelimelerimiz de odur. Kelimeler, biz uzak bir iklimde yaşarken, kendiliğinden gelip dilimize konmazlar. Çocuğunuza anadilinin dışında başka bir kültürün, başka bir dilin kelimelerinden isim seçen biri, artık evinden çok, ama çok uzaklara gitmiş, dönülmez bir ülkenin sınırlarına varmıştır. … Bir daha ‘anne vatana’, aramıza dönmeye niyeti yoktur. Yasak bir aşkın sularında gezinen birinin, ruhen bir daha evine ve çocuklarına asla dönmeyeceği gibi…’’ 

Bu satırları okurken, içimde tuhaf duygular uyandı diyebilirim. Öncelikle kelimeleri tanımam, yaşamam, içime, ruhuma almam gerek dedim kendi kendime. Anadilimin kelimelerini… Yani bütün kelimelerin üzerindeki örtüleri kaldırmam gerek, kanına girmeliyim her birinin, bağrını yakmalıyım, böylelikle onları olduğu gibi görebileyim, gerektiği yerde doğru biçimde kullanayım, bağlayayım, bağlanayım… 

Ama, çok zor… 

Konuşmak, haykırmak isterken daha çok susuyoruz, susturuluyoruz, ne acı, ne dayanılmaz… 

Yazıya sarılıyorum böyle mağdur an’larda. İçimi yırtan duyguları, düşünceleri, ateşi boşaltmak için. Ruhumu teskin etmek için. O’na daha yakın olmak adına belki... Kalemimi bu ateşe daldırıyorum ama sönmüyor bu ateş. Kelimeler oyunu uzattıkça uzatıyor, daha çok azdırıyorlar bu ateşi/mi, dayanılmaz sancılar... 

Bitmeyecek hiçbir şey… 

İnsan doğar doğmaz, anadilinin sınırları içinde hapsolunmaya, bu sınırlarda yol almaya başlıyor. Her dil/kelime zincirin bir halkası çünkü, duyguları sınırlayan, düşüncelere ket vuran. Her kelimeyle aslından, özünden ve fıtratından biraz daha uzaklaşır ve böylece yeni bir dünyanın/aldanışın havasına kapılıp gider insan. 

Yasemin Çongar bir yazısında: ‘‘Hiç bir yerde kendi anadilinde olduğu kadar özgür değildir insan ve hiçbir hapishane, anadilimiz gibi tutsak etmez bizi. İçinde rüya gördüğümüz, kelimelerini birbirimize söyleyerek seviştiğimiz, sessizliğinde düşündüğümüz o ilk lisan, bir nimet olduğu kadar, bir lanettir de. Anadilimizde sadece konuşup yazmayız çünkü; anadilimizde varoluruz.’’ diyordu. 

Farklı bir açıdan bakanlar, insan hangi dil ile düşünüyorsa, muhakeme yapıyorsa, hayal kuruyorsa, özlemlerinin ağıtını yakıyorsa, geleceğe ait umutlarını devşiriyorsa, ana dili odur der. Yani sevindiği, acı çektiği imgelem. Bu bakışı da, kabul veya reddetmek öyle basit değil… 

Bütün bu hengâmenin, bu gizemin, bu aldanışın, bu felsefenin içinde, kanlı bir anadil savaşı var bu ülkede. Anadilini konuşmaması için ezilen, dışlanan, işkenceden geçirilen, infaz edilen insanların dramı. Bunları gördük, görüyoruz, bu ülkede. Ne yazık ki, böyle bir gerçeklik var. Bu noktada yanlışlar büyük, acı büyük… 

Bunca acıya rağmen, hâlâ bu yanlışlar yapılmaya devam ediliyor. Devlet-i Aliyye’nin kirli, kokuşmuş çiçeklerinden biri geçen, yine talihsiz bir açıklama yaptı. Bu zat, ülkenin bazı vatandaşlarına(anadili Türkçe olmayanlara), kendisinin anadili(Türkçe)nin tam olarak(asimile edecek derecede) öğretilmediğinden yakınıyordu. Hem de abes bir karşılaştırma ile… 

Bu zatın, sürüyle yanlışı var. Kafatasçı bir duruşu var çünkü. Daha doğrusu, sadece o değil, diğerleri de böyle. Yarattıkları ve beslendikleri sistemleri böyle işliyor çünkü, böyle ayakta kaldılar hep. Böyle geldi/ler ama böyle gitmez… 

Ne dediğini çok iyi biliyordu, bu zat. Bir asra yakındır devam eden, yanlış kafa yapısının bir devamı idi sözleri. Aslında, istemeden itiraf ediyordu; dökülen bunca kan ve gözyaşının, kendi anavatanından(anadilinden) koparmak için olduğunu... İnsanları anadillerinden koparmak için de, ellerinden gelen her şeyin yapılmasının mubah olduğunu söylüyordu. Daha çok çaba ve yanlışta daha çok diretmeyi telkin ediyordu.

Bu ülkede insanlar kendi anadilinde ıslık çaldığı için, sokak ortasında infaz edilmişti Unutmadık, unutmayacağız... Devletlûlar kendi cürümlerini çok iyi biliyor. Hatırlatmaya gerek yok. İlahi adalet yerini bulacak elbet. 

Bu ülkenin büyük bir kesimi, kendileri için istedikleri şeyi, başkası için istemeyecek kadar bencil ve dar kafalı bir tavır içinde oldular hep, şimdi de aynı, değişen bir şey yok. Bu ülkedeki her kesimde bu kafa yapısı mevcut/tu... Örnekler çok, sıralasak bitmez. Onun için bu ülkedeki, bu kirli savaş bitmeyecek asla. Daha uzun yıllar için savaş planları yapılıyor, sil baştan. 

Anlayacağınız bütün mesele, anadil savaşı... İkinci bir dilin Anayasaya girmemesi için, bütün bu kesimlerin yaptıklarını, oyunlarını, tehditlerini, herkes gördü. Mesela, bir üniversitede ‘Kürt Dili Edebiyatı’ isminde bir bölümün olmasına bile tahammül edemediler. Bunu engellemek için de, türlü türlü oyuna başvurdular. ‘Yaşayanlar Diller’ diye bir saçmalık attılar ortaya. Kimse aptal değil. Bunların niyetlerinin iyi olmadığını herkes biliyor. 

İstedikleri şey, dilsiz bir nesil, davasız bir nesil; mazisinden kopan, âtiye bağlanmayan bir nesil... Kendisini tanımayan, kendi istemleri, kendi iradeleri olmayacak nesiller kalsın istiyorlar. Böylece kimse bunların yanlışlarına dur demeyecek, köleliği, üvey kardeş muamelesine razı olacak ve boyun eğecek herkes. Böyle düşünüyorlar, böyle istiyorlar. Bu anadil meselesini konuşanlar bunun farkında... 

Siz de farkında mısınız? 

Ama unutuyorlar, yönetimde ve mirasta ikircikli bir anlayış kabul edilemez asla; kardeşlik lafları palavra, birlik bütünlük naraları kof, açılımları ikiyüzlü, dindarlıkları samimiyetsiz ve yalan bunların… 

Çongar, aynı yazısında şöyle devam ediyordu: ‘‘Ve ana dilimizin sınırları dışında rahatça konuşup yazabilsek bile, içine doğmadığımız bir dilde tam anlamıyla var olmamız zordur; isteyerek müphem, soyunarak da mahrem, vodvilin tam ortasında kendimiz olmamız zordur; bebekken kulağımıza fısıldanmamış bir dilde, kendi anadilimizde sık sık yaptığımızı yapmamız, aslında çok şey söyleyerek susmamız zordur.’’ 

Ana dilim Kürtçe, ama Türkçe ile düşünüyorum, yazıyorum şimdi(Yüce devletlûlar sevinebilir!). Çok şey dönüyor kafamda şu an, kâğıda dökmek zor iş. Ana dilimin sınırlarının uzağında başka bir dille başlıyorum, yolculuğa. Derdimi bu dille vuruyorum, dünyanın yüzüne. 

İlk işim gerçek dilimi bulmak olmalı; kendimi ifade edecek bir dil... 

Anadilimi biliyorum aslında ve seviyorum. Çünkü anadilimle acı çekiyorum, seviniyorum, başka bir dilin kelimeleriyle ifade etmeye çalışıyor olsam da acılarımı, sevinçlerimi… Bu, belki bir trajedi, belki bir handikap, belki bir paradoks, belki bir zenginlik… Her neyse artık… 

Sözün özü; Herkesin anadili anavatanıdır. Anadilini kaybetmek ya da ayrı düşmek, kendi varoluş serüvenini kaybetmek demektir. Kim ister böyle bir şeyi?

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89