Geçen ay Şam’dan kaçıp İstanbul’daki muhaliflere katılan Suriyeli diplomat, şu ana kadar rejim karşıtı saflara geçen en üst rütbeli isim. Sokağın nabzını tutan İmadi “Devrimden vazgeçmeyiz” diyor.
Uzun zamandır Suriye meselesiyle ilgileniyor, her fırsatta Suriyeli muhaliflerle konuşuyorum. 1980’lerde Beşar Esad’ın babası Hafız Esad döneminde Hama’dan kaçan ailelerden tutun da, son dönem İdlib üzerinden Türkiye’ye giren genç muhalifler, sürgündeki Müslüman Kardeşler temsilcileri, ordudan ayrılan subaylar ve Antakya’daki mülteci kamplarında kalan ailelerle görüştüm.
Ve uzun zamandır ilk kez, tanışır tanışmaz mezhep kimliğini açıklamayan, laf arasında bir biçimde “Ben Sünni’yim” mesajı vermeyen biri var karşımda.
Muhammed Bassam İmadi, Suriyeli bir diplomat. Gri takım elbisesi, dikkatli ifadeleri, otoriter ses tonuyla fazlasıyla tanıdık, Ankara’da, devlette sürekli görmeye alışık olduğumuz herhangi bir üst düzey bürokrata benziyor.
Sokak temsilcisi seçildi
Ama asıl özelliği, son bir yıl içinde Suriye’den kaçıp muhalifler arasında katılan “en üst düzey” isim oluşu. Suriye’nin eski İsveç büyükelçisi, geçen yıl rejimle ters düşüp Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevinden istifa etmiş, ardından Mart ayında başlayan sokak isyanlarında Şam’ın bazı mahallelerinin temsilcisi seçilmişti. Esad rejiminin isyancılara karşı sertleşen tavrı nedeniyle Şam’da can güvenliği kalmayınca geçen ay ailesiyle birlikte Türkiye’ye kaçtı. Şu anda da Suriyeli muhaliflerin çatı örgütü Suriye Ulusal Konseyi’nde.
İmadi’yi diğer rejim muhaliflerinden ayıran, “içeriden” geliyor oluşu ve halk harekâtı başladıktan sonra Şam’ın bir bölgesindeki muhalif hareketin temsilcisi olarak “sokağın nabzını” tutuyor oluşu.
İstanbul’daki buluşmamızda, Suriyeli muhalife önce en merak ettiğim şeyi, Suriye şehirlerinde aynı anda yapılan sokak hareketlerinin nasıl koordine edildiğini sordum. Şam’daki muhalifler, tutuklanmamak için kenar mahallelerde 40-50 kişilik gruplar halinde 15’er dakikalık korsan gösteriler yapıp dağılıyorlarmış. Ancak Cuma eylemleri dışında tehlikeli olur gerekçesiyle özellikle koordinasyondan kaçınılıyormuş.
İmadi, görüştüğüm diğer muhalifler gibi uluslar arası camianın Suriye devrimini desteklemediğinden, Beşar Esad’ı devirmek için somut adımlar atmadığından yakındı. Zaten Suriye’deki en son Cuma eyleminin ismi de “Allah’tan Başka Kimsemiz Yok Cuması” idi.
“Tampon bölge uzak”
“Tam olarak ne istiyorsunuz Arap Ligi ve uluslararası dünyadan?” diye soruyorum. “Kuzeyde Türkiye sınırına ya da güneyde Ürdün sınırında tampon bölge istiyoruz” diyerek devam ediyor: “Orduda şu anki baskı rejimini desteklemeyen çok insan var. Ama gidebilecekleri yer yok. Tampon bölge olursa, askerlerin, subayların kaçıp sığınabilecekleri bir yer olur. Ayrıca şu anda sessiz kalan, vurulurum korkusuyla gösterilere katılmayan insanlar da dış dünyanın bu rejime karşı tavır alacağı konusunda ciddi bir sinyal almış olur.”
Türkiye tampon bölgede öncülük yapmaya razı, ancak uluslararası meşruiyet ve BM kararını şart koşuyor. Washington’dan gelen sinyaller de alttan alta hukuki bir hazırlığın olduğu, ancak henüz düğmeye basılmadığı şeklinde.
Imadi’ye soruyorum “Sizce tampon bölgeden ne kadar uzağız?” Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi hemen yanıtlıyor “Fazla uzak, hâlâ çok uzak. Rejim, çok büyük bir katliam yaparlarsa dış dünyanın müdahale edeceğini biliyor. Bu yüzden büyük şehirlerden uzak duruyorlar ve günde 30-40 kişi öldürmekle yetiniyorlar. Ve maalesef dünya kamuoyu için bu ‘taşınabilir’ bir rakam.”
İslamcı olmayan da var
Ve ekliyor “Büyük hayaller içinde değiliz. Ama en azından dış dünya günün birinde sivilleri korur diye umut ediyoruz. Ama ne olursa olsun söyleyeyim; biz devrimden vazgeçmeyeceğiz. Bu rejim gidecek. Ve Suriye halkı geri adım atmayacak çünkü zaten geri adım attığımızda shabiha (rejimin insan hakları ihlallerinden sorumlu tutulan milis gücü) bizleri ezer.”
İmadi, İstanbul’daki Suriye Ulusal Konseyi’nde Müslüman Kardeşler ve uzun yıllardır sürgündeki aydınlardan sonra üçüncü kanadı temsil ediyor. Sorduğumda “Müslümanım ama İslamcı değilim. Fakat çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede insanların laiklik ve İslam’ı birleştirmek isteyişini kabul ediyorum” diyor.
Ve hafif tereddütle ekliyor: “Aynı Türkiye modelinde olduğu gibi.”
Tampon bölge ne zaman?
Dün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kayseri’deki açıklamaları, dış politika çevrelerinde büyük heyecan yarattı. Davutoğlu, Suriye’yle ilgili bir sorusuya “Arap Birliği ve bölgesel insiyatifler buna bir çözüm üretemezse ve hala Suriye’de her gün yüzlerce insanın bazen ölüm haberlerini alırsak, çatışma haberlerini alırsak ve sınırımıza dönük olarak da son 6-7 aydır sayıları artan sığınma talepleri olursa, tabi konu uluslararası nitelik kazanır. Bu niteliği kazanması halinde insani bir sorun olarak BM’nin ilgilenmesi durumunda insani amaçlı olarak buna katkıda bulunuruz” dedi.
Yani? Yani bakan, diplomatik bir lisanla, yumurta kapıya dayanır, Esad bu kafayla gider, ölümler devam eder ve aylar sonra bir çözüm bulunmazsa, Türkiye BM kararıyla bir tampon bölge oluşturur, diyor.
Sürpriz mi? Hayır. Türkiye’nin pozisyonu başından beri, Suriye sorununa makul bir çözüm bulunamaması ve uluslararası cephenin hemfikir olduğu bir BM Güvenlik Konseyi kararı olması halinde, Ankara’nın sınırda bir güvenlikli bölgeye öncülük edebileceği şeklinde.
Ama bakanın bu lafları şimdi sarf etmesi, 6 ay önce sarf etmesinden daha önemli. Çünkü Suriye’de diplomatik takvim işlemeye başladı. Arap Birliği, Suriye’ye gönderdiği gözlemci heyetinden umduğu sonucu bulamadı. İş yavaş yavaş BM Güvenlik Konseyi’ne kaymaya başladı.
Türkiye, uluslararası bir karar olmadan ve Rusya’nın rızası olmadan bir maceraya girişmeye niyetli değil. İşte bu yüzden önümüzdeki haftalarda Davutoğlu’nun programında iki kritik gezi var.
Birincisi, önümüzdeki haftaki Moskova gezisi, ikincisi ise Şubat sonuna doğru yapacağı Washington seyahati.
Her iki gezide de Suriye konusunda çok ciddi ve derin pazarlıklar yapılması sürpriz olmaz. Esad rejimi, eninde sonunda içerden gelen özgürlük talepleri ve dışarıdan gelen baskıyla yıkılacak. Ama nasıl ve ne zaman? İşte bu soruların cevabı ve Arap Baharı’nın yeni haritası, muhtemelen Davutoğlu’nun önümüzdeki aylardaki gezileriyle şekillenecek.
Dağa çıkışlar sadece imamların hatası mı?
Bazen, içimi derin bir umutsızluk kaplıyor.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Konya’da müthiş sosyolojik açıklamalarda bulunmuş. Selçuk Yüksek Dini İhtisas Merkezi’nde konuşan bakan, PKK ve Kürt sorununu din adamlarının hatasına bağlayarak “Eğer bugün Müslüman bir anne babanın çocuğu adam öldürmek için terör örgütüne üye olup dağa çıkıyorsa burada din adamları üzerine düşen görevi layıkıyla yapmış sayılmaz. Eğer insanlarımıza dini doğru öğretebilsek, din adamlarımız, Kur’an kursu hocalarımız, imam-hatiplerimiz vazifesini doğru yapabilse, hiçbir terör örgütü Müslümanların arasından terörist devşiremezdi” demiş.
Yani meselenin özü, Diyanet’in Güneydoğu’ya yanlış imamlar göndererek Müslümanlığı yeterince anlatamamış olmasıymış!
Hükümetin önemli bir bakanının Kürt meselesi ve terör gibi karmaşık ve kritik bir konuyu sadece “doğru imam” meselesine indirgediğini düşünmek istemiyorum. Hele de Güçlükonak’da insan kemikleri çıktığı, akademisyenlerin, yazarların ve hatta devlet görevlilerinin “Çözüm süreci nasıl yeniden başlar?” diye kafa patlattığu bir dönemde.
Umuyorum ki ajanslar, sözlerini kırparak vermiştir, bakanın aklında PKK ve Kürt sorunu konusunda Kuran öğretmek ve askeri seçenek dışında yaratıcı formüller vardır.
Gerçek şu ki, sayın bakanda olmasa bile devletin çeşitli kademelerinde Habur’la noktalanan PKK’nın dağdan indirme sürecini yeniden başlatma düşüncesi hafif hafif yoklanıyor. Henüz flu, resmiyete dökülmüş değil. Ancak devleti yönetenler PKK?sorununun sadece Heron, Predator ve KCK?gözaltılarıyla bitmeyeceğinin farkında. Ama anlaşılan önce PKK’ya bir darbe, sonra anayasal değişiklik niyetindeler.
Dedim ya, bu ülkede bazen gereksiz yere umutlanıyor, bazen de derin bir umutsuzluğa kapılıyorum.
İşte Dink cinayetine giden uzun yol
Türkiye’nin zırt-pırt değişen gündemi, medyanın haftanın polemik konusunu karagöz-hacivat misali değersizleştirmesine isyan, epeyi zamandır gazete kupürlerini arşivlemekten vazgeçtim. Nasılsa Google var ve nasılsa memlekette her hafta gündem değişiyor.
Ama dün Taraf gazetesinde Ayşe Hür’ün “Cumhuriyet’in Azınlık Raporu” başlıklı yazısı, kesip saklanacak cinstendi. Tarihçi yazar, Hrant Dink suikastından yola çıkarak 1923’den bu yana genç cumhuriyette gayrimüslimlere karşı çıkartılan ırkçı yasa ve önergeleri sıralamış. Unutmayalım, alt alta okuyunca da tüylerimiz diken diken olsun diye.
Toplumdaki ırkçılık ya da 6-7 Eylül olayları gibi siyasi olaylardan değil; basbayağı Müslüman olmayanları cezalandırmaya yönelik kanun, yönetmelik ve uygulamalardan söz ediyorum.
Daha 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünlerine gelmeden, 1923’de Müslüman olmayanların Anadolu’da serbest dolaşımına konulan yasak, Trakya’nın bazı illerinde Yahudilerin 48 saatte göçe zorlanması, 1924’de Rum ve Yahudi avukatların meslekten men edilmesi, 1928’de doktorluktan hatta baytarlıktan men edilmesi, mallara el koyma, yine Trakya’da yoğun yağmalar, birçok meslek grubuna “Türk soyu” mecburiyeti gibi sayısız genelge, uygulama...
İşte size Dink cinayetine uzanan uzun ve “örgütlü” halka...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.