Vedat Türkali’nin ünlü romanı Bir Gün Tek Başına, 1960 Darbesi’ne giden günlerde iki devrimcinin yaşadığı aşkı, dönemin tarihsel gelişmelerini de ele alarak anlatır. Romanın bir bölümünde inançlı bir devrimci olan Günsel, Menderes hükümetini protesto eden CHP gençliğiyle beraber İstanbul Üniversitesi’ndeki gösterilere katılır. “Atatürk! Hürriyet! Menderes istifa! Katiller!”
Protesto, orantısız güç kullanan polisle çatışmaya dönüşür. Gerilimin en tepede olduğu anda asker, Beyazıt Meydanı’ndaki öğrencilerle polisin arasına girer. Kendilerine çevrilmiş süngülere aldırmayan öğrenciler birden sevinç gösterileri yapmaya başlar. “Yaşa Türk ordusu çok yaşa!” Ağlayarak askerlerin başındaki yüzbaşının boynuna sarılanlar bile olur. “Yaşasın şanlı ordumuz!”
Günsel bir an şüpheye düşerek ne yaptığını sorgular ama hemen toparlanır: “Ne var yadırgayacak? Doğruydu olan. Bilinçli değil, içgüdüsel belki de ya, devrimlerin, devrimcilerin temel kurallarından birini uyguluyordu işte öğrenciler. Askerin, ordunun ‘hayırlı tarafsızlığını’ sağlamak en azından. Bu değil mi kitaplarda okuduğun?”
Günsel’in çabucak geçiştirdiği bu çelişki bizim memlekette devrimcilerin hali pür melalini oldukça sarih bir biçimde anlatıyor bence. Ülkede onyıllarca süren tek parti rejimi varken, dindarlara, Kürtlere, gayrımüslimlere yapılan baskılar had safhadayken, adına “devrimler” denen zorlama uygulamalar halka giydirilmeye çalışılırken bizim devrimcilerin aklına gelmeyen “Hürriyet!” nedense çok partili sisteme geçildikten sonra akıllarına gelecektir. CHP, komünizm propagandasına DP’den daha toleranslı olduğundan değil, DP’yi destekleyen halkın hayat biçimine uzak olduklarından “Atatürk!” diye yollara döküleceklerdir. Menderes hükümeti, CHP hükümetinden beter bir baskı uyguladığından değil, aslında demokrasiden çok kendilerine yakın hissettiklerinin iktidar olmasını arzu ettiklerinden ordunun boynuna sarılanla yan yana duracaklardır.
1971 Muhtırası ve 1980 darbesi (Kürtler, ülkücüler ve mazlum diğer gruplarla beraber) devrimcilerin üzerinden geçti. Ancak onlar, Deniz Gezmiş’in ailesine yazdığı o duygulu mektupta da söylediği gibi ne Kemalizmlerinden vazgeçtiler ne de CHP ile olan yakınlıklarından... Tam da bu sebeple 28 Şubat sürecinde kendileri “ordunun hayırlı tarafsızlığı” kadar ‘hayırlı bir tarafsızlık’ gösterip “Ne postal ne takunya!” dediler ve böylelikle darbe sürecinin tıkır tıkır işlemesine el vermiş oldular.
Devrimciler ordunun “hayırlı tarafsızlığı”na bunun tarafsızlık olmadığını bile bile inandıkları gibi, bugün de tarafsızlık olduğuna inanmamızı istedikleri bir “hayır”lı tarafsızlık sergiliyorlar. Daha önceden “Yesinler birbirlerini” deyip, AKP’nin Ergenekoncu güçlerle mücadelesini “egemenler arası” bir dövüş havasına büründürenler, bugün “Yesinler birbirlerini” demekten bile aciz. Öyle ki Dersim Katliamı’nı öven, Ergenekon’un avukatlığını yapan CHP ile yan yana gelmek, bir nevi “baba ocağı”na dönüş yapmak hususunda hiçbir çekinceleri yok. Demek ki esas söz konusu olan AKP’nin yenmesiymiş, gerisi teferruat...
Geçtiğimiz haftasonu “baba ocağı”na dönen ÖDP, EMEP, TKP ve Halkevleri’nin düzenlediği “Hayır“ mitingi varmış. Diğer evlâtlardan KESK’e ve DİSK’e bağlı şubeler, TMMOB’ye bağlı odalar, SODEV, Alevi Bektaşi Federasyonu, 68’liler Birliği, Barış Derneği, Sosyalist Umut Derneği gibi örgütler de “sıla-i rahim” yaparak meydandaki yerini almış.
Bu arkadaşlar “Hayır” diyerek devrimci ahlâka uygun davranıyorlarmış. Nasıl mı? Askerî darbe artık hayal olduğundan yerleşik düzenin ‘meşru’ tek dayanağı olan, Ergenekoncuları kollayan, başörtülüleri üniversitelere sokmayan, Alevilere cemevi hakkı tanımayan, Hrant’ın katillerini gizleyen, halkın değil devlet destekli üst sınıfın çıkarını gözeten ‘bağımsız’ yargıyı temellerinden sallayacak bu değişikliklere omuz vermeyerek.
Hatta Lenin’in ilkeleri ortadayken Kürtlere “kendi kaderini tayin hakkı”nı bile çok gören TKP’nin aklına “Kürt kardeşleri”ne “Hayır” oyu vermeleri için seslenmek bile gelmiş. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi AKP’yi kastederek “12 Eylül’le omuz omuza olanlar, 12 Eylül’le hesaplaşamaz” deyip Kenan Evren’le omuz omuza durmuş. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ise “Hayır” demenin yargıyı Ergenekon’a yakın güçlerin eline oyuncak etmeye devam edeceğini bile bile “Türkiye’de yargı, iktidarın arka bahçesidir. Buna karşı çıkan bizler, bütün bir iktidar işçi sınıfının olsun istiyoruz” demiş. Yani yargı, şimdilik Ergenekonculara kalsın; nasıl olsa işçi sınıfı bir gün hepimizi kurtaracak dostlar!
Mitingdeki taleplerden bazıları anadilde eğitim ve zorunlu din dersinin kaldırılmasıymış. Peki, bu taleplerin önünü tıkayan da zaten mevcut yargı düzeni değil mi? Sandıktan “Evet” çıkacak bir referandumla yargıyı çoğulcu hale getirmek ve demokratik taleplerin karşılık bulmasını sağlamak mümkünken hem “Hayır” deyip hem de hâlâ bu talepleri dillendirebilmek biraz ironik kaçmıyor mu? Mevcut Yargıtay ve AYM, zorunlu din dersinin kaldırılmasına ve anadilde eğitim hakkına geçit verir mi?
Yanlış anlaşılmasın, bu yazıyı “Hayır”cı devrimcileri yollarından döndürmek için yazmadım, kimseyi “baba ocağı”ndan ayrı koymak istemem. Ancak arada bir dertlenir ya devrimciler “Nerde bu halk, ne zaman uyanacak?” falan diye; işte o uykuculardan biri olarak güzellik uykumdan bildireyim dedim.
Özetle, siz baba ocağına dönmüş olabilirsiniz ama halk artık yetişkinliğe adım atmak derdinde. O yüzden bu halk, bırakın sizinle omuz omuza yürümeyi, karşıdan karşıya bile geçmez.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.