Ruşen Arslan’ın araştırması. Kitabın tam adı şöyle: Ruşen Arslan, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, DDKO, Ömrü Kısa Etkisi Büyük Kürt Örgütlenmesi, (İBV Yayınları, Eylül 2020, İstanbul)
Bu yazıda, kitapla ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Ocak, Müslümanlıktan önceki Kürd inancı Mitra’dan gelen bir kavram. Doğa dini Mitra, doğa gücü olarak ateşe büyük saygı duyuyor. Zerdüşt, Mani, Mazdek, Hurremilik, kökleri Mitra olan inançlar. Evlerdeki ocaklarda, ibadet yerlerinde, ateşgâhlarda ateşin hiç sönmemesine özen gösteriliyor.
Mitra, İsa’dan önce, 2500 yıllarında Kuzey Mezopotamya’da oluşmuş bir din, doğa dini. Kürdler ve Farslar arasında yaşam bulmuş. Bugün, İran’da Yarsan (Ehl-i hak) Irak’ta Kakeîler, Ezidiler, Rêya Heqîyê kökleri Mitra’ya kadar inen inançlar. Günümüzde Rêya Heqîyê için Alevi kavramı kullanılmaktadır.
* * *
Kitapta, Prof. Dr. Besime Şen’in değerli bir Önsöz yazısı var. Gerek bu önsöz gerek Ruşen Arslan tarafından hazırlanan Sunuş yazısı, araştırmanın amacını, açık, anlaşılır bir şekilde ortaya koyuyor.
Ruşen Arslan, bu araştırmasını, 57 klasörden oluşan, 24 bin sayfalık DDKO dosyasını dikkatli bir şekilde inceleyerek gerçekleştiriyor. Bu dosyayı nasıl ele geçirdiğini de araştırmanın başında ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
1969 tarihli Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla, 1908 tarihli Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti arasında ilişki kurulması bu araştırmanın çok önemli bir yönüdür, özelliğidir. Dikkate değer bu ilişki gerek araştırmanın başında gerek sonuç bölümünde (s. 356-366) ayrıntılı bir şekilde dile getiriliyor.
Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin Kürdistan’ın üç önemli ailesini yanyana getirdiği belirtiliyor. Kurucular kurulunda üç aileden de fertlerin yer aldığı anlatılıyor. Bedirxaniler, Babanlar, Şemdinanzadeler… Osmanlı yönetiminin, Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni kısa bir zaman sonra kapattığı da anlatılıyor. Örgüt içinde hizipler teşekkül etmesinin, hizipler arasında çatışmaların Osmanlı yönetimine kapatma konusunda elverişli bir ortam yarattığı da vurgulanıyor.
Bunun çok önemli bir tarihsel bilgi olduğunu düşünüyorum. Bugün 2020… 1908’den 2020’ye, arada geçmiş 112 yıl. Bu 112 yılın nasıl geçtiği, ne bedeller ödendiği de çok yakından biliniyor. Kürdler hala, Kürdlerin/Kürdistan’ın genel çıkarları çerçevesinde bir birlik oluşturamamış. Hala örgütsel çıkarlar birinci planda tutuluyor. Kürdler, büyük nüfusuyla, hala, dünya uluslar ailesinin bir üyesi olamamış…
* * *
Kitapta, Behice Boran ‘ın, (1910-1987) Doğu Mitingleri’yle ilgili bir belirlemesi yer alıyor. Behice Boran, Doğu Mitingleri’nde burjuva milliyetçiliği yapıldığını, sosyalizmden uzaklaşıldığını, bu bakımdan TİP Merkez Yönetim Kurulu’nda mitingleri desteklemekten vazgeçmek gerektiğini söylüyormuş. (s. 106, 124)
Yazar bu düşüncesini, Tarık Ziya Ekinci’nin, Türkiye İşçi Partisi ve Kürtler (Sosyal Tarih Yayınları, 2010, İstanbul) ve Lice’den Paris’e Anılarım (İletişim Yayınları 2010, İstanbul) kitaplarını kaynak göstererek ileri sürüyor. Sol anlayışın Kürd sorunu konusundaki görüşünü ise, TİP Genel Yönetim Kurulu üyesi Adnan Cemgil (1909-2001) dile getiriyor. Canip Yıldırım (1925-2015) anılarında, Adnan Cemgil’in kendisine, şunları söylediğini anlatıyor. “Canip, dedi, bu Kürt meselesine çok vurgu yapıyorsunuz, zaten milliyetçilik ortadan kalkacak, bütün halklar birbirine kardeş olacak, saygı duyacak, eşit olacak.” (s. 107)
Bırakalım dünya halklarını, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bu gerçekleşebildi mi?
* * *
Bu konuya biraz daha yakından bakmak gerekir. Hatırlayalım, devletin, Cumhuriyetten beri uyguladığı temel politikalardan biri Kürdçe yasaklarıdır. Bu, 1925 Şark Islahat Planı’ından beri böyledir. Kanımca, bu, Şark Islahat Planı’nın en önemli yönüdür. Bunu, Kürd yazarların, aydınların birçoğu, anılarında anlatmaktadır. “… Okula başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum. Öğretmenler, bizleri, döverek, söverek, dilimize, ailelerimize hakaret ederek bize Türkçe öğrettiler. ‘ İlkel’ dedikleri dilimizi unutmamızı istediler…” Kürdçe yasakları, bu bakımdan, devletin, her dönemde, kararlı ve istikrarlı bir şekilde uyguladığı bir politikadır. Bütün bunlardan dolayı, 1960’larda ve daha sonrasında en devrimci eylem, devletin bu politikasını deşifre etmek, Kürdçe konuşmaktır. Bunun büyük bir risk içerdiği de açıktır. Çok ağır idari ve cezai yaptırımları gündeme getirdiği bilinmektedir.
Devletin, Kürdistan’da, baskıyla, zulümle uyguladığı bir politika varken, bunu hiç görmeyip, yok sayıp “İşçi sınıfı öncülüğünde…” diye konuşmalar yapmanın, yazılar yazmanın hiçbir değeri yoktur. Bu düşünceler ifade edildiği zaman kimse devletin uzattığı bir faturayla da karşılaşmıyordu.
Bunun ötesinde, Türkiye İçi sınıfının, Kürdlerden, Kürdistan’dan haberi bile yoktu. Hatırlayalım: Nisan 1970. Silvan, Bismil, Diyarbakır merkez köylerinde, Malazgirt, Viranşehir, Mazıdağı, Derik, Midyat, Eruh gibi alanlarda, komando, Kürdlere karşı büyük bir zulüm yapıyordu. Birçok baskının, işkencenin yanında, torunları olan yaşlı erkeklerin, erkeklik organlarına ip bağlanıyor, ip kadınların eline veriliyor, köyde dolaştırtılıyordu.
Devlet, bu zulme neden gerek duyuyordu? 11 Mart 1970’de, Kürdistan’ın güneyinde, Mele Mustafa Barzani ve Saddam Hüseyin arasında, Kürdistan’ın özerkliği anlaşması yapılmıştı. Bu anlaşma, bütün Kürdlerde büyük bir moral yaratmıştı. Devlet, bu zulmü, bu anlaşma kuzeyde, halkı etkilemesin, diye yapıyordu, etkileri kırmak amacıyla yapılıyordu. Kürdlerin onurlarını zedelemek için yapıyordu. Kürdler böyle zulüm yaşarken, Türkiye işçi sınıfı bu zulmü protesto eden bir eylem mi yapmış? Bu zülmü eleştiren bir bildiri mi yayımlamış? ABD’yi, İsrail’i eleştirmek çok kolaydır. Ama bu, devrimciliğin, insanlığın kriteri falan değildir. Devrimciliğin, insanlığın kriteri kendi devletinin, hükümetinin yapıp ettiklerinin bilincine varmak, eleştirmektir.
Bu konuda küçük bir ayrıntıya daha yer vermek iyi olacak: Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde, 1971 sonlarında, sanıklara, Kürdistan Demokrat Partisi iddianamesi dağıtıldı. Karton ciltli, yeşil kapaklı 120 sayfa civarında bir iddianame. İddianamenin bir yerinde askeri savcı şöyle söylüyor: “… Sözü edilen bu anlaşmayla, Kürdler moral buluyorlar. Boşuna moral bulmasınlar, biz bu anlaşmanın yaşama geçmesini her zaman engelleyeceğiz…” Elbette benim yazdığım gibi ifade etmiyordu, ama buna benzer düşünceler ifade ediyordu. Kürdler söz konusu olduğu zaman, Türkiye, Irak’ın içişlerinin bu kadar içindeydi.
Anadil doğal haktır. Diyelim, Tanrı tarafından verilmiş bir hak. Pozitif hukuk değil, doğal hukuk çerçevesinde incelenen bir hak. Ama bu doğal hak gasp edilmiş. Bunu tekrar kazanmak için mücadele yürütmek elbette çok önemli. Durum bu kadar açıkken, Doğu Mitingleri’nde burjuva milliyetçiliği yapılıyor, diye karşı olmak çok şaşırtıcı bir durum… Empati kurmak yeter.
Yine hatırlayalım: Türkiye İşçi Partisi’nin seçimlere katılabilmesi için en az 15 ilde, ilin bütün ilçelerinde örgütlenmesi gerekiyordu. Bunlardan sekizi Kürd bölgelerindeydi. Kars, Ağrı, Muş, Hakkâri, Tunceli, Diyarbakır, Bingöl, Urfa.
15 milletvekilin beşi bu illerden seçilmişti. (s. 97) Diyarbakır, Urfa, Kars, Malatya, Antep. Behice Boran, Doğu Mitingleri’nin gerçekleştiği sırada TİP Urfa milletvekiliydi. TİP’in 1965 seçimlerinde oyu % 3’ tü. Kürd illerindeki oyu % 3’ün üstündeydi. Bu koşullarda, Kürd seçmenin oy verme davranışını iyi değerlendirmek gerekir.
* * *
DDKO’nun 11 Şubat 1972 tarihli duruşmasında, rahmetli İhsan Aksoy, “Ben kendim siyasal savunma yapacağım” diyerek, Av. Şerafettin Kaya’yı ve Av. Ruşen Arslan’ı vekâletten azletmiş. Av. Tahsin Ekinci’yi, rahmetli avukat Av. Yücel Önen’i, Av. Turgut Akın’ı ve Av. Şakir Keçeli’yi de azletmiş.
Aynı gün, rahmetli Mehmet Demir de Şerafettin Kaya’yı , Ruşen Arslan’ı ve iki avukatını daha vekâletten azlediyorum demiş. Bu taleplere bir arkadaş daha katılmış. Aynı duruşmada, beş arkadaş daha bu taleplere katılarak Şerafettin Kaya’yı ve Ruşen Arslan’ı öbür avukatlarını vekâletten azletmiş. (s. 328-329)
Vekaletten azil olayı DDKO için çok olumsuz bir durumdur. DDKO’nun geleceği hakkında da olumsuz bir mesaj vermektedir. Çünkü avukatlar, siyasal savunma yapılmasına engel olmazlar, bilakis süreci kolaylaştırırlar. Örneğin, sen mahkemede konuşmaya başlarsın, mahkeme seni susturabilir veya yazılı bir savunma hazırlarsın, mahkeme bunun okunmasına engel olabilir. İşte bu koşullarda avukat duruma müdahale ederek konuşmanın yapılmasını veya yazılı savunmanın okunmasını sağlayabilir.
Kişi olarak vekâletten azil olayının perde arkasını biraz biliyorum. Şerafettin Kaya ve Ruşen Arslan, bütün müvekkilleriyle görüşür, onların sorunlarıyla yakından ilgilenirdi. Şerafettin Kaya, Ruşen Arslan ve Mümtaz Kotan Muşluydu. Aralarında Muşlu olmaktan doğan bir muhabbet vardı. Mümtaz Kotan ile Ruşen Arslan liseden beri arkadaştılar.
O zaman, tutukevinde iki komün vardı. Mümtaz Kotan’ın da içinde olduğu komüne “Milliyetçi Komün” denirdi. Ben de bu komünün içindeydim. İhsan Aksoy’un içinde bulunduğu komün ise “Solcu Komün” olarak anılırdı. Bu DDKO içinde ayrışmanın başladığını gösteriyordu. 1974’den sonra, Mümtaz Kotan ve arkadaşları Komal/Rızgari’yi, oluşturdular. İhsan Aksoy ve arkadaşları Özgürlük Yolu çevresinde yer aldılar.
Milliyetçilik denildiği zaman Kürd milliyetçiliği anlaşılır ve ilkel bulunurdu. Bu, Türk solunun görüşüydü, Kürdler bu görüşten çok etkilenirdi. “Milliyetçi” damgası yememek için çok çaba sarf ederlerdi. Kanımca, Şerafettin Kaya, Ruşen Arslan, “Milliyetçiler”in avukatı olarak görülürdü. Şerafettin Kaya ve Ruşen Arslanla birlikte öbür avukatların da azli, kanımca bu durumu fazla açık etmemekti.
Avukatların azledilmesinin DDKO’nun geleceği hakkında olumsuz bir mesaj verdiğini belirtmiştim. Bu konuyla ilgili bir sürece değinmek istiyorum: 1979’da, Komal-Rızgari çerçevesinde Anti Sömürgeci Kültür Derneği kuruldu. Bu dernekte, çeşitli konferanslar olurdu.
1973-1975 yılları arasında, Afrika’da, Angola, Mozambik, Gine Bisseau gibi Portekiz sömürgelerinde, Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri gerçekleşmişti. Kürdler, bu mücadelelere çok ilgi gösteriyorlardı. Angola’da Augistino Neto (1922-1979), Mozambik’de, Samora Machel (1933-1986) Gine Bisseau’da Amilcar Cabral (1924-1973) yurtsever Kürdler tarafından çok iyi bilinirdi. Angola, Mozambik, Gine Bisseau hakkında sık sık konferanslar düzenlenirdi.
Ama, Kürdistan’ın güneyinde gerçekleşen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne, Mele Mustafa Barzani’ye, peşmergelere karşı bu denli bir ilgi yoktu. Hâlbuki bu mücadele, etrafı hasım güçlerle çevrili bir alanda, yürütülen bir mücadeleydi. Kanımca, bu mücadeleye karşı tutumu Türk solu belirliyordu. Türk solu ise, devlet gibi, bu mücadeleyi ilkel buluyordu, aşiret reisliği, şeyhlik, toprak ağalığı gibi kavramlarla yaklaşıyordu. Kürdler, Türk solundan ayrılarak DDKO’yu kurmuşlardı ama Türk solunun Kürdler üzerindeki ideolojik etkinliği devam ediyordu.
* * *
Bahoz Şavata, bir görüşmemizde, bana, babası rahmetli Muhsin Şavata’nın (1927-2003), 1958’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir mektup yazdığını, mektupda, radyoda, Kürdler için günde bir saat Kürdçe yayın yapılmasını istediğini anlatmıştı. Muhsin Şavata, 49’lardandı. Bu mektup yüzünden cezalandırılmış. O gün akıl edip bu mektubun bir örneğini istememişim. 12 Ekim 1958 tarihli bu mektubu Ruşen Arslan’ın DDKO kitabında gördüm (s. 77-79) Mektupla ilgili notlar, Muhsin Şavata’nın not defterinde yer alıyormuş. Bu da Kürdler, Kürdçe, Kürdçe yasakları konusunda çok önemli bir belge.
1969 yılında, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Van, Midyat, Nusaybin, Derik, Elazığ, Mardin, Urfa, Siverek, Karakoçan, Malatya, Sivas, Gaziantep yüksek tahsil talebe cemiyetlerinin hazırladığı, “Doğulu Parlamenterlere Uyarı Mektubu”nu da bu kitapta gördüm. (s. 160, 369-370) Bu bildiride, “yarı feodal, sömürge durumu” şeklinde bir ifade, dikkat çekmektedir. Bu bildiri, Canip Yıldırım’ın (1925-2015) ve Mehmet Emin Bozarslan’ın ev aramalarında bulunmuş.
Şakir Epözdemir’in ve Sait Elçi’nin, Antalya davasında, savunmalarında, müstemleke (sömürge) kavramını kullanmalarına da işaret ediliyor. (s. 160)
Komal Yayınevi, 1975’de, Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası-I’i yayımlamıştı. Bu dosyada, 92 sanığın künyeleri ile ilgili bölüm verilmemişti. Ruşen Arslan’ın kitabında bu bölüm yer alıyor. (s. 308-316) Bunun bilinmesi kanımca çok önemli. “DDKO sanıkları kimlermiş?” sorusu, her zaman sorulabilecek bir sorudur.
Nihal Atsız’ın Ötüken, sayı 40/1967’deki yazısı da DDKO kitabına alınmış (s. 127-139)
Ruşen Arslan’ın DDKO yapıtında, “DDKO’nun Gizli Üst Kurulu” başlıklı bir bölüm var. (s. 207-215) Bu gizlilik, araştırmacı yazar tarafında ayrıntılı bir şekilde irdeleniyor. DDKO, devletin anti-demokratik tutumlarına karşı oluşturulmuş demokratik bir örgüt. Böyle demokratik bir yapıda, gizli üst Kurul’un olması elbette çok yanlış. Bunun düşünülmüş olması bile çok yanlış.
TİP’in “Doğu Grubu” üyelerinden Tarık Ziya Ekinci, Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Mehmet Ali Aslan, Mehdi Zana, Ümit Fırat gibi bazı, TİP ve DDKO üyelerinin görüşlerine araştırmanın çeşitli bölümlerinde rastlıyoruz.
Aynı şekilde, İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan, Yümnü Budak, Necmettin Büyükkaya, Hikmet Bozçalı, Nezir Şemikanlı, Ali Beyköylü, Mahmut Kılınç, Ali Yılmaz Balkaş gibi TİP ve DDKO üyelerinin bazı görüşleri de araştırmanın çeşitli bölümlerinde yer almış.
* * *
Ruşen Arslan’ın DDKO kitabı, çok emek harcanarak hazırlanmış bir çalışma. Akademik ölçüler içinde yapılmış bir araştırma. Kürdoloji alanında önemli bir boşluğu dolduracak. DDKO, yazarın da belirttiği gibi, ömrü kısa, etkisi büyük bir Kürd örgütlenmesi. Bu kitap bunu açıklıyor. Bunu, kitaba yazdığı Önsöz’de, Prof. Dr. Besime Şen de vurguluyor. Arka kapak yazısında, Prof. Dr. Şükrü Aslan da belirtiyor.
Kitabın sonunda, İBV Araştırma Kütüphanesi’nde bulunan elektronik belgelerin linkleri verilmiş. Konuya ilgi duyacak araştırmacılar, gerek bu DDKO kitabından, gerek bu elektronik kaynaklardan yararlanarak bu konulardaki, benzer konulardaki araştırmaları, incelemeleri geliştirebilirler.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.