Taraf’ta Gürbüz Özaltınlı cumartesi günkü (21 temmuz) yazısında, geçmiş dönemlerde “Türk Adaleti”nin sağa ve sola nasıl bir adalet uyguladığını anlattı. Onun asıl işlediği tema”cezada eşitlik”ti. Bana, bir süredir “şu konuyu bir yazsam” diye aklımdan geçirdiğimi tarihî olayı hatırlattı yazısı.
12 Mart. Muhtıra. Geniş tutuklamalar. Sıkıyönetim. Sıkıyönetim mahkemeleri.
Rejim, düzene başkaldırmış gençleri idam ederek toplumu hizaya getirmeye daha baştan karar vermişti. “Sallandıracaksın üçünü, beşini. Bak bir daha yaparlar mı.” O tarihte bizi yönetmek üzere darbe yapanların zihninde bu derin felsefeden başka herhangi bir düşünce kırıntısı yoktu. Gürbüz Özaltınlı, “... tek bir insana kurşun sıkmamış üç genci ‘devleti yıkacaklardı’ diye utanmadan öldürdüklerini, devletin bu cinayeti gözümüzün içine baka baka işlediğini unutmuş değiliz” diyor o yazıda. Kurşun sıksın sıkmasın, insanları başkaldırmaya çağırtmıştı o üç genç ve arkadaşları. Onun için de öldürülmeleri gerekiyordu. Böylece “ibret” olacak, başkaları, “Bu işin sonu ölüm” diyecek ve böyle serkeşlik etmeyecekti.
Bu kararı veren öncellikle sivil sağ siyasetçiler değil, üniformalılardı. Zaten muhtırayı izleyen günlerde ortada onlarınkinden başka bir irade yoktu. Sivil siyasetçilerin de böyle bir karara itiraz etmesi sözkonusu değildi askerlerden korktukları için değil, kendileri de öyle düşündüğü için. Nitekim iş idamları Meclis’ten geçirme “formalite”sine geldiğinde tereddüt etmeden onayladılar idamları.
İstanbul’da bir sıkıyönetim mahkemesi vardı; başında Remzi Şirin adında bir subay, galiba albay. İşlerinden biri İstanbul’da ele geçirilmiş THKO’luları yargılamaktı. Yargılama bitti, karar açıklandı.
Yargıç cezayı 146’dan kesmemiş, “silâhlı çete” hakkındaki maddeyi uygulamıştı. 146, “Anayasayı zorla tağyir, tebdil” vb... Remzi Şirin, sağduyulu bir insan olarak, ortada rejim yıkacak, devlet yıkacak bir güç, örgüt, hazırlık olmadığını görmüş, ona göre karar vermişti. Bu maddenin cezaları da ağırdı aslında, yirmişer otuzar yılı buluyordu. Ama 146’da olduğu gibi, idam yoktu.
Ne oldu sonra? Silahlı Kuvvetler, Genelkurmay, bu mahkemeyi lağvetti. Remzi Şirin de bir yerlere tayin oldu, gitti.
Madde değişti, ceza değişti. 146’dan mahkûm oldular. Sonra Fatsa’da ölen Cihan Alptekin, Ömer Ayna ve başkaları bu davada yargılananlardı.
Mahkemeyi lağveden iradenin meramı açıktı: “İdam istiyorum! Biçimine getirip idam kararı verin!”
Kararlıydılar. Kararlarının hukukla bir ilişiği yoktu. Siyasi bir karardı. Yeniden iktidara gelmek için solcu gençleri durmadan iteklemiş, fıştıklamış, sonra 15-16 Haziran olunca ve ajite ettikleri gençler silâhlı eyleme yönelince paniklemiş, aslında durmaları gereken yere gelmişlerdi. Şimdi bu işi durdurmak gerekiyordu. Durdurmak için “babadan kalma” sağlam yöntem bu dönemin simgesi hâline gelmiş gençleri yok etmekti. Yani, özetle, mahkemelerin idam kararı vermesi gerekiyordu.
Bu da Türkiye’nin geleneklerine uygundu. Burada hukuk, devletin “düşman” olarak gördüklerine uygun bulduğu muameleyi, tedbiri vb. meşru kılma aracıdır. Karar öldürmekse, hukuk, “nasıl, hangi maddeden öldürelim?” arayışına girmelidir.
12 Mart’ta geniş çapta uygulamaya konan bu hukuk “yorumu” 12 Eylül’de tam gaz devam etti.
O mahkemenin lağvedilmesi, anayasal düzenin zor kullanarak değiştirilmesinin, Deniz’lerin herhangi bir eyleminden çok daha etkili bir örneğidir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.