Anglo- Sakson siyaset geleneği bugün dahi birçok konuda John Locke’ın ilkelerinden pek fazla uzaklaşmamıştır. Locke “yasama/ yürütme” ikilisinden “yasama”ya öncelik verirdi; ayrıca bu ikisinin aynı elde toplanmasını sakıncalı bulurdu. 1780’lerde Amerika kendine yol çizerken Meclis ile Başkan arasında bu mesafeyi koydu; Supreme Court’u da icat ederek modern çağın klasik “Kuvvetler Ayrılığı” üçlüsünün karşılıklı ilişkilerini belirledi.
Türkiye’de Yasama ile Yürütme arasında böyle bir mesafe gözetilmemiştir. Yakın zamana kadar bakanların da milletvekili seçilmişlerden olması kuralı vardı. Parlamento dışından birinin bakan olması hâlâ çok alışılmış bir durum değil.
Hayatın, somut tarihin akışı, Türkiye’de “Kuvvetler Ayrılığı”nı, bir yanda iç içe geçmiş “Yasama- Yürütme” (“Yürütme”nin önderliğinde), öbür yanda da “Yargı” olacak gibi biçimlendirdi. Yargıç, devlet memuru olduğuna göre, Türkiye’nin ezeli devlet/ hükümet gerilimlerinde devletten yana tavır alması gereken (ve çok zaman öyle yapan) bir kişiydi. Bu gerilim “tek- parti” döneminde pek yoktu tabii. Valilerin aynı zamanda CHP İl Başkanı olduğu bir dönem bile yaşadık. Ama “çok- parti”, “serbest seçim” vb. hayata girince bu gerilim de ortaya çıktı. O zamandan beri de sürüyor.
27 Mayıs Yargı’nın bu konumunu pekiştirdi. Yargı erkinin her ülkede üç aşağı beş yukarı aynı olan normal işlerinin yanısıra, neredeyse bir “misyon” olarak, bu görevi de Yargı’ya “tevdi etti”: “siyasî iktidar, tabiatı gereği, her an bir yolsuzluğa sapabilir; durduracak merci sizsiniz.” Altmışlı yıllarda Süleyman Demirel’i “Bu anayasayla memleket idare edilmez,” deme noktasına getiren de bu oldu. Bu yıllarda devlet/ hükümet gerilimi gene hep gündemdeydi. Üstelik, 27 Mayıs’la ele geçirilen iktidarın gereksiz bir aceleyle sivillere geri verilmesini sindirememiş, sanırım ilk Yön dergisinin bulduğu tanımla, “asker- sivil aydın zümre” diye, tanımlanması zor bir kesim oluşmuştu ve bunlar yeni bir 27 Mayıs yaratmaya çalışıyordu. Bu çırpıntılı ortamda Yargıtay, Danıştay gibi kurumlar enikonu militanlaştı.
12 Mart’ı atlayalım da, 12 Eylül, bu yapıya yeniden “misyon tazelemesi” yaptı. Darbeci generallerin önünde el sıkma kuyruğunda bekleyen Anayasa Mahkemesi üyeleri fotoğrafı, 12 Eylül’ü iyi tanımlayacak görüntüler arasındadır.
Şu günlerde Türkiye’de yaşanan “tarihî” olay, başlangıçta bir “azınlık iktidarı”nı ayakta tutmak üzere kurulmuş bir toplumsal düzenin şimdi bir “çoğunluk iktidarı”nın kurumlarını oluşturma mücadelesi. İlginç bir konjonktür; ama aynı zamanda tehlikeli. Yapılagelmiş bütün değişikliklere rağmen, son kertede, bir azınlık iktidarının ülkeyi bildiği gibi yönetmesi için biçimlendirilmiş bir siyasî- yönetsel aygıt var. Bu aygıtın projelerini rahat gerçekleştirmesi için (yani “toplum mühendisliği” yapması için) Kuvvetler Ayrılığı ilkesine yer verilmemiş. Ama sonraki yılların siyasi mücadelelerinde, toplumun maddi yapılanmasını yansıtan bir kuvvetler ayrılığı biçimi ortaya çıkmış.
Şimdiyse, çoğunluk oyunu alarak o yapıyı eline geçirebilen, zihnen de “çoğunlukçu iktidar” mantığına göre hareket eden bir parti, daha çok da bir “siyasî önder” var. O da kuvvetler ayrılığı gibi bir ilkeden hoşnut değil; her şeyi kendi elinde tutmak istiyor. Bu sefer, hükümete bağlı devlet istiyor.
Bu çoğunlukçu ideoloji, “çoğunlukçu” diye, önceki azınlıkçı zihniyetten daha iyi, olumlu, daha demokratik vb. değil. Ama zaten sorun, son yazımda da “tahterevalli” diye nitelediğim bu açmazdan çıkabilmek; yani, şimdiki “plebisiter dikta” özlemine karşı önceki “pozitivist dar kadro diktası”nı savunarak, onu restore ederek hiçbir şeyi gerçekten düzeltemeyiz. Bu açmazdan geçmişe doğru değil, geleceğe doğru bir yol bularak çıkmamız gerekiyor.
Bu, tabii, demokrasinin kurumlarını demokratik ilişkiler içinde çalıştırmakla olur. Ama bunun için de, demokrasinin, savaşı öncelikle insanların zihninde kazanması gerekiyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.