Geçen hafta bir okurumdan mektup aldım. Mektup dediysem, öyle e-mail gibi sanal mecradan değil, beyaz bir kağıdın üzerine üşenmeyip el yazısıyla yazılmış bir mektup. "Demek hâlâ mektup yazanlar varmış" diye sevinmekten fazlasına vesile olan bir mektup.
Dersim'li bir okurum yazmış, "Benim adım önemsizdir" diye eklemiş. O yüzden adını yazmayacağım ama bir kısmını paylaşmak istiyorum. Çünkü Dersim, medyamızın gündemine ya Dersim katliamıyla ya da Dersim'lilerin CHP'ye verdikleri sonsuz destekle girebiliyor. Daha fazlasını görmüyoruz; görmek istediğimizden de emin değilim. Şöyle diyor, adı da mektubu kadar önemli olan okurum:
"Sayın Hilâl Kaplan!
Rabbimizin selâmını ve bereketini dilerim.
Ben Dersim'in Çemişgezek ilçesindenim. Benim adım önemsizdir. (...)
Allah'a sığınmak özgüvenin kazanılışıdır. Yaratan bizim her zaman iyi olmamızı istiyor; kendine lâyık kul olmamızı istiyor. Yaradanımız bizi bu fani dünyaya imtihan için gönderdi; anamızı ve babamızı da bize cennetine kavuşmak için burak tayin etti. Yapılan her iyilik cennete giden yoldaki burağa biniştir.
Aziz vatanda yoksulluk devam eden derttir. Bizim aziz vatanımızdaki yoksulluğu unutmamamız gerekir. Büyük şehirlerde sokaklarda mendil satmaya çabalayan yeğenlerimizi de unutmamamız gerekir. Akşam olan da eve hanımına ve çocuklarına bir parça ekmeği bile götüremeyen babaları ve kardeşlerimizi unutmamamız gerekir. Onlara sadaka verildiğinde onlar o sadakaları utanarak kabul ederler. Muhtaçlık hissi zor histir, onlar onurlu oldukları için verilen o sadakaları utanarak kabul ederler. Bizim her yardımı devletten beklemememiz gerekir. Bizim sosyal yardımlaşmayı yaygınlaştırmamız gerekir.
Rabbimizin rızasının kazanılışı için bu gönderilenleri ihtiyaçlılardan birine benim adımı ve adresimi vermeden veriniz.
Biz saygıyı ve selâmı sunarız. Allah'a emanet olun."
Okurumun adı bende saklı, bir ihtiyaç sahibine verilmek üzere gönderdiği bir çift çorap da... Onları ilk fırsatta esas sahibine vereceğim. Ancak bu irfan dolu satırları sadece kendime saklamak istemediğim için paylaştım.
Ne var ki bu yazının başına oturmadan birkaç saat evvel, yine Dersim Çemişgezek'ten, bir de kara haber aldım. Kamuoyunda "taş atan çocuklar" olarak bilinenTerörle Mücadele Kanunu mağduru çocuklar için yürüttüğümüz "Çocuklar için Adalet Çağrıcıları"ndan arkadaşım Mehmet Atak ile karşılaştık. "Hilâl" dedi; "Mazlum ölmüş." Önce hatırlayamadım, kimi kastettiğini anlayıncaysa afalladım. "Nasıl?" diyebildim. "Dersim'de çıkan çatışmada ölmüş."dedi Mehmet, daha konuşmaya mecali yoktu. Selâm verir gibi elini havaya kaldırdı, gözleri dolu gitti. Eve dönüp haberlere baktığımda "Mazlum'un cenazesini 'taş atan çocuklar' taşıdı" başlıklı bir haber gördüm, çaresiz kalakaldım. (Tabii bu haber 'Türk medyası'nda yer almıyordu. 'Türk medyası'nda ölen PKK'lılar, 'Kürt medyası'ndaysa ölen askerler bir sayıdan öte değer taşımazlar.)
Mazlum, polise taş attığı iddiasıyla daha 15 yaşındayken tutuklanıp hapse atılmıştı. 23 yılla yargılanıyordu. Bu yüzden Diyarbakir E Tipi Cezaevi'nin 12. Çocuk Koğuşu'nda yıllarca çile doldurdu. Yasa değişikliğinin ardından tahliye edilmişti. Meğer tahliyesinin ardından bir süre sonra dağa çıkmış...
Hapse girmeden önce yaşıtı gençler gibi okula giden, hayatını sürdürmeye çalışan, "daha fazlası" olmayı hayal eden bir çocukken; çıktıktan sonra muhtemelen aynı çocuk olmaya devam edemedi, ayak uyduramadı ve dağın yolunu tuttu.
Bir yanda çocuk yaştaki gençleri hapisle "terbiye" edeceğini zanneden devlet anlayışı; diğer yanda dağa övgüler düzmekle meşgul olduğundan "Silahlı mücadelenin miadı dolmuştur" demeyi bile beceremeyen siyaset anlayışı... Bir tarafta "Şehitler ölmez", diğer tarafta "Şehît namirin"den (PKK'lılar için atılan "Şehitler ölmez" sloganı) öte bir dil kuramayanlar...
Acılarını ortaklaştıramayanlar, barışta ortaklaşamazlar. Umarım bir gün anlarız.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.