Ortalık çalkalanıyor: Dersim konusunda söylenen vahim şeyler uydurma mı? Bir grup insan külliyen yalan olduğuna inanıyor.
Gerçekten olduysa kim sorumlu? Kutsallaştırdığımız milli kahramanlarımızın sorumluluğu var mı? Varsa tüm tarih yazınımız ve siyasal kültürümüz çöktüğünde neye tutunacağız? "İsyan oldu, bastırıldı" tezi yanlışsa, katliamı nasıl meşrulaştıracağız ve bugün aynı yöntemleri "makul" ve haklı bulan kişilerle aynı siyaset sahnesini nasıl paylaşacağız? Mesela nasıl birlikte özgürlükçü ve çoğulcu bir anayasa yapacağız? Bunlar zor sorular ve yanıtlarını vermek zaman alacak.
Siyasal kültürümüzün anatomisi
Bu tartışmalar üç olguyu açık ediyor. 1- Biz tarihimizi, geçmiş gerçeklere göre değil, rejimin olması gerektiğine inandığı "sonuçlar"a uygun yazmışız. 2- Büyüklerimizi öylesine kutsallaştırmışız, öylesine yanılmazlıklarına inanmışız ki onların eylemlerini ve düşüncelerini tartışamıyoruz, sorgulayamıyoruz. Dolayısıyla bilgi nesnesi haline getiremiyoruz. Totemleştirdiğimiz kişiler insanlaşamıyor. Ruhları ve geçmiş eylemleriyle günlük hayatımızı ipotek altında tutuyor. 3- "Milli eğitim" denen süreç, tam bir milliyetçi beyin yıkama biçiminde çalışmış, bizi devlete ve devletlilere sorgulamadan hizmet eden robotlara dönüştürmüş. Şimdiki gürültü bu üç olgunun devam etmesini isteyenlerle istemeyenlerin çekişmesinden kaynaklanıyor.
Aslında Dersim'de ne olup bittiğine ilişkin yeteri kadar bilgi ve belge vardı. Ama denir ya; "zamanı gelen bir fikir kadar güçlü başka bir şey yoktur", artık zamanı gelmişti. Keşke Türk aydınlanması bu vesileyle başlasa ve tüm resmi yalanları ve toplumca ortak olduğumuz haksızlıkları; 1915 Ermeni olayları, 1934 Trakya Yahudi tenkili sırasında 15 bin Trakya Yahudisi'nin bulundukları şehirleri terk edip çoğunun Filistin'e göç etmesi, 1942 Varlık Vergisi yoluyla gayrimüslim azınlıkların servetlerine el konulması ve ülkeyi terk etmeye zorlanması, 1955, 6-7 Eylül olayları yoluyla öncelikle Rumlar'ın ama tüm İstanbul ve İzmir azınlıklarının ülkeden gitmelerini öngören bir arındırma projesindeki ortak sorumluluğumuzu Dersim olayına ekleyerek tartışabilsek ve bilinçaltımızı boşaltabilsek. Bilgisizliğimizle meşrulaştırdığımız suçluluk duygusundan arınsak. O zaman belki bizim kadar haksızlığa uğrayanların ruhları da huzura kavuşur.
Vahameti mizahla tatlandırmak
Başbakan'ın "itirafı" ve devlet adına özür dilemesi çok soylu ve gerekli bir tavırdı. Yine de beni bir İtalyan fıkrasını hatırlamaktan alıkoymadı:
Rimini'nin dış mahallelerinin birinde yaşayan yaşlı bir erkek günah çıkarmak (itiraf) için yerel kiliseye gitmiş. Günah çıkarma kulübesine girmiş, oturmuş. Biraz sonra rahip gelmiş ve aradaki sürgülü pencereyi açmış. Adam anlatmaya başlamış: "Peder İkinci Dünya Savaşı sırasında bir gece civarda yaşayan güzel bir Yahudi kadını telaşla kapımı çaldı ve kendisini Naziler'den korumamı istedi. Ben de cazibesine kapılıp kendisini tavan arasında sakladım."
Rahip, "Bu yaptığın çok güzel bir şey bunun için günah çıkarmana gerek yok."
Adam, "Ama peder hikâyenin gerisi var; yaptığım iyiliğe karşı o da beni tensel olarak ödüllendirdi."
Rahibin ilgisi artarken adam devam eder: "Bu olay haftada birkaç kere tekrarlandı. Hatta tatil günleri birden fazla yakınlaştık."
Rahip ne diyeceğini bilemez: "Bu çok seneler önce olmuş. Yaptığın iyilikle ikinizi de tehlikeye atarak büyük bir risk almışsın. Bu olağanüstü durumlarda iki insan tenin çağrısına yenik düşebilir. Ama yaptıkların için gerçekten nadim olmuşsan Tanrı seni affeder."
Adam: "Teşekkürler peder, vicdanımı ezen büyük bir yükten kurtardınız beni. Yalnız bir sorum daha var; ona savaşın bittiğini söyleyeyim mi?"
Kendi içimizde süren savaşı bitirmenin zamanı gelmedi mi? Bunun için "itiraf" etmeye değmez mi?
Siyasal kültürümüzün anatomisi
Bu tartışmalar üç olguyu açık ediyor. 1- Biz tarihimizi, geçmiş gerçeklere göre değil, rejimin olması gerektiğine inandığı "sonuçlar"a uygun yazmışız. 2- Büyüklerimizi öylesine kutsallaştırmışız, öylesine yanılmazlıklarına inanmışız ki onların eylemlerini ve düşüncelerini tartışamıyoruz, sorgulayamıyoruz. Dolayısıyla bilgi nesnesi haline getiremiyoruz. Totemleştirdiğimiz kişiler insanlaşamıyor. Ruhları ve geçmiş eylemleriyle günlük hayatımızı ipotek altında tutuyor. 3- "Milli eğitim" denen süreç, tam bir milliyetçi beyin yıkama biçiminde çalışmış, bizi devlete ve devletlilere sorgulamadan hizmet eden robotlara dönüştürmüş. Şimdiki gürültü bu üç olgunun devam etmesini isteyenlerle istemeyenlerin çekişmesinden kaynaklanıyor.
Aslında Dersim'de ne olup bittiğine ilişkin yeteri kadar bilgi ve belge vardı. Ama denir ya; "zamanı gelen bir fikir kadar güçlü başka bir şey yoktur", artık zamanı gelmişti. Keşke Türk aydınlanması bu vesileyle başlasa ve tüm resmi yalanları ve toplumca ortak olduğumuz haksızlıkları; 1915 Ermeni olayları, 1934 Trakya Yahudi tenkili sırasında 15 bin Trakya Yahudisi'nin bulundukları şehirleri terk edip çoğunun Filistin'e göç etmesi, 1942 Varlık Vergisi yoluyla gayrimüslim azınlıkların servetlerine el konulması ve ülkeyi terk etmeye zorlanması, 1955, 6-7 Eylül olayları yoluyla öncelikle Rumlar'ın ama tüm İstanbul ve İzmir azınlıklarının ülkeden gitmelerini öngören bir arındırma projesindeki ortak sorumluluğumuzu Dersim olayına ekleyerek tartışabilsek ve bilinçaltımızı boşaltabilsek. Bilgisizliğimizle meşrulaştırdığımız suçluluk duygusundan arınsak. O zaman belki bizim kadar haksızlığa uğrayanların ruhları da huzura kavuşur.
Vahameti mizahla tatlandırmak
Başbakan'ın "itirafı" ve devlet adına özür dilemesi çok soylu ve gerekli bir tavırdı. Yine de beni bir İtalyan fıkrasını hatırlamaktan alıkoymadı:
Rimini'nin dış mahallelerinin birinde yaşayan yaşlı bir erkek günah çıkarmak (itiraf) için yerel kiliseye gitmiş. Günah çıkarma kulübesine girmiş, oturmuş. Biraz sonra rahip gelmiş ve aradaki sürgülü pencereyi açmış. Adam anlatmaya başlamış: "Peder İkinci Dünya Savaşı sırasında bir gece civarda yaşayan güzel bir Yahudi kadını telaşla kapımı çaldı ve kendisini Naziler'den korumamı istedi. Ben de cazibesine kapılıp kendisini tavan arasında sakladım."
Rahip, "Bu yaptığın çok güzel bir şey bunun için günah çıkarmana gerek yok."
Adam, "Ama peder hikâyenin gerisi var; yaptığım iyiliğe karşı o da beni tensel olarak ödüllendirdi."
Rahibin ilgisi artarken adam devam eder: "Bu olay haftada birkaç kere tekrarlandı. Hatta tatil günleri birden fazla yakınlaştık."
Rahip ne diyeceğini bilemez: "Bu çok seneler önce olmuş. Yaptığın iyilikle ikinizi de tehlikeye atarak büyük bir risk almışsın. Bu olağanüstü durumlarda iki insan tenin çağrısına yenik düşebilir. Ama yaptıkların için gerçekten nadim olmuşsan Tanrı seni affeder."
Adam: "Teşekkürler peder, vicdanımı ezen büyük bir yükten kurtardınız beni. Yalnız bir sorum daha var; ona savaşın bittiğini söyleyeyim mi?"
Kendi içimizde süren savaşı bitirmenin zamanı gelmedi mi? Bunun için "itiraf" etmeye değmez mi?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.