Nabi Yağcı’nın yazdıkları bende de giderek artan bir hayal kırıklığı yaratıyor. Ama kişisel polemik ve teke tek cevap verme havasından çıkıp, konuya değişik bir yönden yaklaşmayı deneyeceğim. Dersim, bunun için çok elverişli bir basamak.
Başbakan Erdoğan bir “sürpriz” çıkış daha yaptı ve (herhalde tarihinin en beceriksiz, en ne yaptığını bilmez, gereksiz her çatışmaya girip sonra da yüzüne gözüne bulaştırmada eşsiz yönetimi altındaki) CHP’yle birlikte, “sol”cular da gene allak bullak oldu. Bu kadar anlamlı, sarsıcı bir olay ! Ne denli eksik-güdük olursa olsun, “devlet adına özür dilemek gerekiyorsa, ben diliyorum işte” dedi ya; bir durup bunun önemini, ilkliğini, benzersizliğini idrak etmek lâzım. 11 Kasım 2009’du, yani neredeyse tam iki yıl önce : TBMM’de Onur Öymen, Kürt açılımına karşı Dersim’i “terörle mücadele”ye örnek göstermişti. O rezaletten iki buçuk ay sonra, (artık herhalde nâmevcut “16 Aralık hareketi”nden) Burhan Şenatalar’la bir tartışmaya girmiştim, Türkiye’nin şimdiki tarihsel dönüşümü Atatürk’e dokunmayabilir mi diye (2 Şubat - 4 Mart 2010 arasındaki on yazı; yakında bkz Acıyla, İnatla Düşünmek). Ve daha birkaç hafta önce komik şeyler söylenip duruyordu, “bu da nereden çıktı, hiç Atatürk diktatör olmuş olabilir mi” kabilinden.
Şimdiyse Tek Parti dönemi üzerindeki örtü, hükümet tarafından çekilip alınıyor bir çırpıda. Tarihin televoleci ve sansür odacılarının değil, “bunlara inanmayın” diye karalanan gerçek tarihçilerin yıllardır inatla sürdürdüğü titiz çalışmalarla ortaya çıkan gerçekler kabul ediliyor. Bir büyük fiksiyon olageldi 20’lerden bu yana : “bizim devrimimiz ve ulus-devletimiz”in sütten çıkmış ak kaşıklığı; (Katoliklerdeki, Meryem’in Kusursuz İlkahı inanışını andıran) günahsız mükemmeliyeti. Bu “millî büyük-anlatı”nın da başına bekçi ve kefil olarak olanca kişisel ağırlığıyla Mustafa Kemal yerleştirildi.
Oysa 21. yüzyıl başında masal da bitiyor, dokunulmazlık da. Mesele bir tabunun daha yıkılmasının bile ötesinde. Bunda sonra zor dayatırsınız, resmî ideolojinin tamamı veya herhangi bir parçacığını. Özgür ve cesur olmamız için yeşil ışık yakıldı. Nihayet bizde de, bir bütün olarak yalanın hegemonyası sona ererken, tarihin kurtuluşu çağı açılıyor. Evet, Kılıçdaroğlu’ların, Ruhat Mengi’lerin ve daha nice muhafazakâr ve/ya ulusalcının korktuğu, Mehmet Ali Birand’ın ise dürüstçe işaret ettiği kadar var. Her şey ama her şey daha rahat konuşulacak ve elbette sıra 1915’e de gelecek. Bu veya başka bir hükümet onun için de özür diler mi, bilemem. Lâkin bir daha bu ülkede Çiçek’ler, Elekdağ’lar ve Kerinçsiz’ler kolay kolay entellektüel terör estiremeyecek.
Ama lütfen, bir de “standart solcu”luğun reaksiyonlarına bakın, bu geçiş ve dönüşüm karşısında. İşin özgürleştirici boyutu hiç yok. Onların aklı fikri AKP’nin prim yapmamasında. Ne yaparız, ne ederiz de bunu (bile) kötüler, küçültürüz. Siz bilmezsiniz, ne hindir bunlar. Mutlaka gizli bir gündemleri vardır. Aman ha, özürlerini sahici sanıp da aldanmayalım. Biri “takunyacılar ile postalcıların Dersim savaşı” diye sorunu etiketlemiş ve halletmiş, aklınca. “Yiyin birbirinizi” darlığı ve sekterliğinin emekli öğretmen versiyonu.
Geçelim, bu koşullanmış refleks ve otomatiğe alınmış düşüncesizlikleri. Samimî ve düşünen solcular da var kuşkusuz. Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyordum. Onun da ailesi Dersim’den göçürtülmüş. Dosdoğru, gayet temiz ve dürüst bir şekilde, “Hocam bu hükümet beni iki kere şaşırttı,” dedi : “Bir, askere karşı direnip bitirdikleri için, bir de başbakanın bu demeciyle. Nasıl olabiliyor böyle bir şey ?”
Yok, dedim, asıl mesele nasıl olabildiğinde değil; bunun bize, senin benim gibi eski solculara niçin bu kadar şaşırtıcı geldiğinde. Geçmişte çok yazdım; başlıca iki nedeni var bu şaşkınlığımızın. Birincisi, normal siyasete inanmıyoruz; “burjuva demokrasisi” (veya “cici demokrasi” veya “Filipin demokrasisi”) diye küçümsemişiz yıllar yılı. Hep aldatıldığımız; sathın altında bir takım gizli dolapların döndüğü ve bizim bunları göremediğimiz kanısındayız. Gözümüzün önündeki gerçekliği gerçeklik saymıyor; bir bit yeniği arıyoruz. Bu da, “burjuva” dediğimiz parlamenter politika çerçevesinde “burjuva” dediğimiz partilerin rekabetinin halka faydasını anlamamamıza yol açıyor.
İkincisi, aşırıya vardırılmış bir materyalizm ve illâ “sınıfsal” yorum alışkanlığı sonucu, biz o partileri de, ait oldukları farzedilen şu veya bu sosyal kesim, etnik grup, halk veya millet tarafından çok fazla “belirlenmiş” (determine edilmiş) sanıyor; siyaset sahnesine bakarken özerk gerçeklikleri içinde partileri değil, israrla “temsil ettikleri” sınıf(lar)ı “görüyor”, daha doğrusu görmeye çalışıyor veya gördüğümüzü sanıyoruz. Faraza “AKP bir hakim sınıf partisi olduğu için iyi şeyler yapamaz, yapamaması gerekir” diye düşünmemiz, siyasetin kendisine değil “arkasına” bakma takıntımızı yansıtıyor.
Gene aynı mantıkladır ki, geçen hafta da uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım gibi, PKK’nın ise “her şeye rağmen” iyi şeyler yapıyor olması gerektiğini sanıyoruz (çünkü “son tahlilde” bile olsa ezilen bir halkı temsil ettiğine inanıyoruz).
Fakat Dersim özürünün düşündürdüğü üçüncü bir mesele var ki, en önemlisi bence o. Cumartesi değineceğim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.