Korkut Boratav’ın bana cevap olduğu başlığını taşıyan yazısının son iki paragrafı şöyle: “Bu saptamalar, önceki dönemde; örneğin Türkiye’nin kırk yıl öncesinde emperyalizmin hegemonik ilişkilerinin ve kapitalist sömürünün var olmadığı anlamına gelmez. İnsanlık tarihinin eşitlik, adalet, özgürlük ve sınıfsız bir toplum için süregelen yüzlerce yıllık özlemini hayata geçirme savaşı, 19. yüzyılda sosyalistler, komünistler tarafından devralınmıştır. Onlar için kapitalizme ve onun çağdaş biçimi olan emperyalizme karşı mücadele daima, her dönemde, hem dün, hem de bugün öncelik taşımıştır.
“Türkiye’de de Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu devrimci geleneği bu iki boyutuyla, eksiksiz olarak temsil ettiler. Tam kırk yıl önce hayatlarını bu nedenle yitirdiler.”
İlkin şunu söyleyeyim: “Deniz Gezmiş ve arkadaşları” denince akla gelen, çoğu ölmüş, bazıları bugün de hayatta olan insanları çok sevmişimdir, bugün de severim. Altmışların, yetmişlerin günlük politikası içinde, sıcak siyasî ortamda, karşıt kamplarda yer alıyorduk. Siyaset, aramızdaki gerilimi zaman zaman büyütebiliyordu. Buna rağmen, ben o arkadaşları hep çok içten, dürüst buldum. İzledikleri çizgi bence çok yanlıştı ama bundan onları sorumlu tutmadım.
12 Mart döneminde askerî yönetimle mücadele etmek için elimden geleni yaptım. THKP-C ile de çalışmayı kabul ettim ve çalıştım. Ancak, o dönmede kendi gözümde en anlamlı çabam, Denizler hakkında daha baştan verilen idam hükmünün yerine getirilmemesi için hazırlanan bildiri eyleminin başlatılması, biçimlendirilmesiydi. Bu örgütlenmenin nihai sorumluluğunu üstlenen altı kişiden biri bendim.
Dolayısıyla, bana “Yanıt” olduğu söylenen bir yazının yukarıda alıntıladığım cümlelerle bitmesinin anlamını hâlâ çözebilmiş değilim.
Yetmişlere geldiğimizde, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adıyla ortaya çıkan bu arkadaşlar, benim gözümde, Türkiye’de sosyalizmin gençliğinin simgesidir: bütün erdemleri ve bütün zaaflarıyla gençlik. O yılların coşkulu, yeniliklerle dolu atmosferinde, sosyalist olmaya karar verdiler (ama aralarında Sinan Cemgil gibi aile geleneği içinden sosyalist olanlar da vardı). Devlete, siyasî otoriteye başkaldırmaktan çekindikleri yoktu. Sonuna kadar da, böyle gittiler. Ama “tecrübeli ağabeyler” olarak kabul ettikleri kişiler karşısında böyle dikbaşlı bir tavırları olmadı. Tam tersine, onların “bilgi”sine güvendiler; onların “yapılmalı” dediği işin gönüllü militanı oldular.
Geçenlerde gene bu insanlarla ilgili bir tartışma çıkmıştı. Deniz’in, babasına, kendisini Kemalist yetiştirdiği için teşekkür ettiği mektubu yayımlanmış, bunun üstüne onların da Kemalist milliyetçi olduğu söylenmişti. Bu ülkede insanlara “Kemalist milliyetçi” olmaktan başka bir şey olmak önerildi mi? Başka bir şey olmanın yolu açıldı mı?
Ne yapabilirdi, 18’inde, 20’sinde insanlar?
Ama aslında yapmaya başlamışlardı. İdeoloji en yavaş değişen yapıdır. Salı günü “Marksist olayım” diye karar veren adam cuma günü olmuş, pişmiş bir Marksist haline gelmez. Ama yola çıkmak önemlidir ve onlar yola çıkmıştı.
Örneğin Filistin’e gittiler. Niye? Bu “gerilla” denen şeyi Filistinliler’den öğrenmek için. Dönüşte bazıları yakalandı. Mahkemede onları savunan “solcu” avukatları, özel konuşmasında, “Yahu, bunlar iyi çocuklar, ama gidip elin Arab’ından ders almak da olur mu?” diye konuşuyordu. Türk solcusunun “enternasyonalizm”i o zaman da böyleydi. Avukatın çizgisi hâlâ var. Denizler’in nereye varabileceği, ancak spekülasyon konusu olur. Ama, yola çıkmışlardı.
Bu, büyük konu. Sanırım devam edeceğim, orasından burasından, deşmeye.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.