Başbakan Erdoğan’ın, bünyesinde büyük farklılıklar arz eden karmaşık Türkiye toplumunu kendi İslamcı referanslarıyla yönetmeye kalktığında istikrarsızlığa neden olduğu ve bu istikrarsızlıktan da sonuçta en çok kendisinin zarar gördüğü meydanda.
Hem de büyük bir zarar...
Erdoğan iktidarının inşa etmesi uzun sürmüş paradigmaları 31 Mayıs’ı izleyen birkaç gün zarfında, sert esen rüzgarın karşısındaki kumdan kaleler gibi dağıldı gitti. Bugün ne AKP’nin “Yeni Türkiye”sinden, ne “Normalleşen Türkiye”den, ne de “Türkiye modeli”nden söz etmek mümkündür.
Başbakan Erdoğan, telafisi imkansız bir ideolojik yenilgiyle karşı karşıyadır.
İslamcıların, iktidarı ve devleti ele geçirerek Türkiye’de “değişimi sonlandırdıklarını” sanmaları da 31 Mayıs’tan bu yana mümkün değil.
Bu ülkede değişim, “Bitti” diyenleri eskiterek yoluna devam ediyor. Kanıtı “Gezi”dir.
Şimdi Erdoğan ve partisinin bütün meselesi bu yeni değişime nasıl ayak uyduracağıdır.
İktidarın çoğulculuk, katılımcılık, kapsayıcılık ve AB perspektifi gibi kendi siyasi kültürüne yabancı referansları kullanmayı en azından denemesi lazım. Sadece buna mecbur olduklarını anlamaları yeter. Samimiyetlerine ihtiyaç yok; takiye yapsalar da olur.
Kastettiğimiz, 2003-2004 AKP’sine dönüştür.
Erdoğan’ın artık tam demokratikleşmeden başka hiçbir seçeneğinin kalmadığını anlamasına çalışmak, bir yurtseverlik görevidir.
Gerçekten de, Erdoğan neden bir demokrasi mahkumudur?
Bunu Kürtlerle barış sürecinin durumundan hareketle açıklamak isterim.
Şimdi Kürt hareketinin ısrarlı beklentisi Erdoğan’ın demokratikleşme yönünde adımlar atmasıdır.
Farz edelim ki bu adımlar hiç atılmadı veya aşırı yetersiz kalındı.
O zaman ne olacak? PKK yeniden silah kullanmaya mı başlayacak?
Kürt hareketinin bu soruya cevabı “Hayır”.
30 Mayıs’ta BDP milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Meral Danış Beştaş ve Altan Tan, İstanbul’da aralarında benim de olduğum bir grup köşe yazarıyla bir araya gelmişti. Ertesi gün toplumsal patlama olunca yazamadım. BDP’lilerin o gün ısrarla vurguladıkları bir husus, Kürt hareketinin bundan böyle, barış süreci sekteye de uğrasa bir daha silaha dönüş yapmayacağıydı.
Mesela Sırrı Süreyya Önder, “Öcalan silahlı mücadeleyi repertuarından çıkarmış. AKP’nin (demokratikleşme adımları) sözünde durmaması halinde bile müeyyidesi silahlı mücadele değil. Toplumsal muhalefettir” dedi.
Nitekim, 30 Mayıs’tan bugüne yaşananlar da bu sözleri destekler doğrultuda.
Murat Karayılan ve Abdullah Öcalan’ın “sürecin sadece Kürtlerin tek ayağı üzerinde ilerletilemeyeceğine” dair yaptıkları uyarılarda üstü kapalı bile olsa silaha dönüş iması ya da tehdidi yok.
Güneydoğudaki helikoptere ateş ya da uzman çavuşun kaçırılması gibi vukuatlar arızi nitelikte.
Diğer taraftan sürecin çökebileceğini ve bunun sonucunda her şeye rağmen silaha dönüşün söz konusu olabileceğini aklıma dahi getirmek istemiyorum; fakat bu küçük de olsa maalesef bir ihtimaldir.
Öte yandan farz edelim ki Erdoğan demokratikleşme adımlarını atmamakta ayak diretti ama Kürt hareketi de kesin bir kararlılıkla silahtan uzak durdu...
İşte o zaman Erdoğan bir süre sonra karşısında kentli laik orta sınıflar, Aleviler, Kürtler ve örgütlü emekçi kesimlerden oluşan, geniş bir dayanışmacı toplumsal muhalefet bulacaktır.
Gezi Parkı direnişinden bu yana olanlara, değişik kesimlerin gösterilerde birbirlerine verdikleri, daha önce hayal dahi edilemeyecek desteğe, kurulmakta olan karşılıklı empatiye, siyasi dayanışma kültürüne bakın...
Bütün bunlar silahsız Kürt politikası sayesinde muhalefet tabanında kurulabilen yeni ve baş edilmesi zor ittifakların habercisidir.
Erdoğan iktidarı doğru bellediği ve fakat 31 Mayıs’ta iflas eden kutuplaştırıcı ve baskıcı metotları şimdi daha fazla kullanarak bu meydan okumaların üstesinden gelemez.
Erdoğan’ın tek çaresi ülkenin doğusuyla da batısıyla da tam demokratikleşme zemininde barış tesis etmektir.
Bunu Türkiye’den önce kendisi için yapmalıdır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.