11 Haziran genel seçimleri sonrasıyla öncesi arasında AKP’nin izlediği siyaset açısından ciddi bir fark ortaya çıktığını ve bu nedenle iki ayrı evreden söz edebileceğimizi yazmıştım önceki yazımda. Bu konuyu daha da açmak gerekiyor. Zira, özellikle hem Kürt meselesi ve yeni anayasa gündemiyle iç koşullar; hem de Suriye başta olmak üzere ve genelde kaynayan Ortadoğu nedeniyle dış koşullar hızla kritikleşiyor. Bu yüzden görülen olgularla yetinmeyip olguların ötesindeki süreçleri aydınlatmak için tam da bu kritik günlerde olan bitene daha fazla kafa yormalıyız diyorum.
Birinci evrede yani AKP’nin iktidara geldiği 2002 tarihinden 2011’e kadarki süre içinde söylemi, duruşu, icraatları bunların yarattığı beklentiler açısından AK Parti, demokratik açılım vadeden bir parti olarak görülüyordu. Böyle görülmesinin bana göre tarihsel nedenleri vardı. O yıllarda AKP üstüne yorumlarımda, iktidardaki bu partiyi, yani AKP’yi “tarihsel perspektif açısından iktidardaki muhalefet” olarak nitelemiştim. Zira AK Parti, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Kürtlerin yanı sıra sistemden dışlanan İslamcı muhalefet geleneğinden gelen bir siyasi parti olarak tek başına iktidar olabilmişti. Fakat herkesin bildiği üzre, bu iktidara karşı bir yanı derinde bir yanı açıkta olan çok ciddi bir muhalefet vardı. Bu muhalefet normal seçimlerle, genel oy, açık sayım yoluyla ve kendinden önce getirilmiş olan Seçim Kanunu çerçevesinde tartışmasız biçimde meşru yollarla iktidar olan AKP’yi sistem dışı, irticai, Cumhuriyet için tehlikeli görüyor ve hangi yollarla olursa olsun iktidardan gitmesini istiyordu. Bu nedenle Kemalist militan laikçi CHP’yi nitelerken de yine tarihsel perspektif açısından bakarak “Muhalefetteki iktidar” demiştim. Ve ardında da bu iktidar-muhalefet tarihsel diyalektiğini “ikili iktidar” olarak nitelemiştim.
Yazımın birinci paragrafında işaret ettiğim AKP’deki otoriterleşme eğilimlerinin ipuçları, esasen son genel seçimler öncesinde ve özellikle Kürt açılımının bittiğinin zımnen ilânıyla görülmeye başlamıştı. Bu durumu ise “ikili iktidarın tekleşmeye doğru gidişi” olarak ifade etmiştim. Bu tekleşme süreci bir yanıyla pozitif diğer yanıyla negatif bir ikili yöne işaret ediyordu.
İkili iktidarın tekleşmesindeki pozitif yan, devlet üstünde değil ama, iktidar üstündeki askerin vesayetinin, açılan davalar, tutuklamalar, çıkarılan yasalar ve MGK’da yapılan değişikliklerle hukuken, fiilen ve kamuoyu açısından ciddi biçimde geriletilmesiydi. Ve nihayetinde, AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde açılan davanın sonuçsuz kalmasıyla birlikte artık ikili iktidar yapısı değişmişti. İktidar tekleşmişti artık. 12 Eylül Kısmi Anayasa değişikliği için yapılan halk oylaması iktidarın tekleşmesinin de bir bakıma hukuken ve siyaseten ilânıydı.
İkili iktidarın tekleşmesi sürecinde ortaya çıkan duruma, idealize edilmiş bir “solcu” devrim anlayışıyla bakılmaz da tarihsel maddeci “devrim” anlayışla, bakılırsa çok rahatlıkla köklü değişim anlamında, kendi tabirimle söylersem “devrimsi değişim” denebilirdi. Çok önce bu köşede Cihan Tuğal’ın Pasif Devrim/İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi adlı kitabını tanıtmıştım. AKP’nin iki evresini de anlamaya yardım edeceği nedeniyle bu kitabı yeniden hatırlamanın doğru zamanı gibi geliyor bana.
Devrimsi nitelemesi niçin doğruydu; çünkü düzen değişmemişti ama siyasi iktidarın yapısında hegemonik bir değişim gerçekleşmişti ve bizde sınıf veya sınıfımsı bir karakteri gösteren askerî-bürokratik erk siyasi iktidar üstündeki tekçi gücünü yitirmişti (en azından şimdilik öyle). Böylece devletin askerî-bürokratik tekçi yapısı bozulmuştu. Kemalist devletin monolitik yapısının yapısökümüne uğraması, bu durum, adalet, eşitlik ve özgürlük fikirlerinin güçlenmesine hizmet edecek bir sivil demokrasi için son derece önemli bir potansiyel yaratmıştı.
Yaratmıştı yaratmasına ama ortada olan yalnızca bir potansiyel imkândı, reel durum değil.
Buraya kadar söylediklerim, ikili-iktidar sürecinin sivil yönde değişimini söyleyen pozitif yanı üstünedir. Bu pozitif yandır ki, belki de tarihimizde ilk kez görülen genişlikte de facto bir “demokratik değişimci güçler blokunun” doğmasına neden oldu. Son derece önemli bir entelektüel enerji ortaya çıktı. Hem birlikte hem ayrı ayrı kendi kulvarında etkili olan, İslami duyarlıklı çevreler, liberaller, solcular etkili bir demokratik aydın girişimleri doğurdular. AB odaklı dış konjonktürü de olumlu destek anlamında bu tabloya dâhil etmek yanlış olmaz sanırım.
Bir taraf statükoya karşı değişimi temsil ediyordu, diğer taraf ise statükoyu. Kutuplaşma had safhaya varmıştı. Statükoya karşı duranlar her alanda, adım adım da olsa demokratik açılım umuyorlar ve bekliyorlardı.
Ama...
Ama öyle olmadı. Nedeni gelecek yazıya...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.