El Kaide bağlantılı El Nusra’nın saldırılarıyla patlak veren çatışmalar, Rojava’da PYD’nin denetimini kesinleştirmesine yol açtı. Bu, Türk Dışişleri’ni saymazsak, bölgedeki gelişmelerden haberdar hiç kimse için sürpriz olmadı. Çünkü, her şeyden önce PYD “yerli” bir güç ve halkın desteği var. Buna karşılık Nusra, çoğu “ithal” militanlar ve dışarıdan destekle faaliyet yürütüyor. PYD, Kürtlerin bugüne değin tanınmayan temel hak ve özgürlüklerini savunmak gibi meşru bir zeminde. Nusra ise, bugünden kontrol ettiği bölgelerde ideolojik, dinî normlarını dayatmak gibi “öncelikleri” oldukça farklı bir örgüt ve varlıklarını güvence altına almak gibi temel bir sorunları, talepleri bulunan Kürtlerin buna itibar etmesi mümkün değildi.
Türkiye’nin ilk tepkisi “kırmızıçizgi” ilanı oldu; “Kuzey Suriye’de de facto bir duruma izin verilemezdi” vb. Kastedilen “de facto” durum, Kürtlerin Rojava’da özerklik ilan etmeleriydi. Türkiye’nin tutumunda temelde değişen bir şey olmamakla beraber, sözkonusu “kırmızıçizgi” tehdidinin ardından PYD Eşbaşkanı Salih Müslim Türkiye’ye davet edildi. İki gün boyunca Müslim’le görüşmeler yapıldı. Bu, ilk tepkiyi en azından “revize” eden bir tutumdu ve elbette ki olumluydu. Müslim, daha önce birçok kez Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olmak istediklerini, Türkiye’ye “düşmanlık” yapmalarının sözkonusu olmadığını açıklamıştı zaten.
Kendi içinde bir “çözüm süreci” yürütüyorken Suriye’de ortaya çıkan Rojava gerçeğini bir “savaş sebebi” hâline getirmek, izahı kolay olmayan bir tutarsızlık olacaktı. Sonuçta gelinen nokta, Salih Müslim’in açıklamalarından anlıyoruz ki, Ankara’nın, Kürt Yüksek Konseyi’nin muhalif Suriye Ulusal Koalisyonu ile anlaşması hâlinde, Rojava'da demokratik özerkliği tanıyacağıdır.
PYD, malum, Abdullah Öcalan’ı “önder” kabul eden bir örgüt. Suriye Kürtleri üzerindeki Öcalan ve PKK etkisinden hareketle, bizim medyadaki çakma Kürt sorunu uzmanları Müslim’in ziyaretini “Türkiye Öcalan üzerinden PYD ve Rojava’yı kontrolü altına alacak” şeklinde yorumladılar. “Çözüm süreci”nin biraz da Ortadoğu ve Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı oluşturulan bir konsept olduğu, bir “sır” değil. Bu nedenle böyle bir “niyet” tabii ki var. Var da, bu ne tür bir “kontrol” olacak? Kürtlere ne denecek? Onlardan ne yapmaları istenecek? Suriye Kürtlerine “kendi yönetiminizi, savunma gücünüzü oluşturun, geliştirin, kendi iradeniz olsun” diyen Öcalan bu sözlerini geri mi alacak ve onlara “farklı” olarak ne telkin edecek? Bu yorumların, niyetlerin sahipleri Kürtleri ne gördüklerini ciddi şekilde gözden geçirmek durumundalar. Yoksa daha çok şaşıracaklar.
Rojava’daki “de facto” durum, adını ister koyun ister koymayın, bir özerklik durumudur ve gayet de meşrudur, normaldir. Temel hak ve özgürlükleri dahi tanınmayan Kürtlerin ne Rojava’da ne de bir başka Kürdistan coğrafyasında büyük acılar yaşayarak elde ettikleri kazanımlardan geriye gitmeleri mümkündür. Bu kazanımların hukuki statüleri bir tartışma konusu olabilir; ama yok edilmesi, bir “ihtimal” bile değildir.
Bu, kendi Kürt sorununu nihayet barışçıl bir şekilde çözmeye niyet etmiş olmak ile çelişkili bir şey değildir. Tabii, “çözüm” ve “barış”tan anlaşılan PKK’nin silah bırakmasından ibaret bir “proje” değilse...
Geçtiğimiz günlerde Erbil’de (Hewler) toplanan Kürt Ulusal Konferansı hazırlık toplantısında Federal Kürdistan Yönetimi ve KDP lideri Mesud Barzani, tarihî önemde bir konuşma yaptı. Konuşmasının en önemli vurgusu, Kürtlerin artık başka güçlerin “askeri” olmayacaklarını, onları artık kimsenin birbirine karşı kullanamayacaklarını deklare etmesi idi. Rojava’nın Barzani’nin ifade ettiği bu realite ile birlikte de düşünülmesi gerekmektedir.
Görmek istemeseniz bile gerçek, gerçektir ve hükmünü sürdürmektedir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.