Dağ Kavmi Kayıtdışı Bir İsyan, romanını büyük bir heyecanla ve zevkle okudum. Roman ile ilgili duygularımı ve düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım. Abdullah Kaya, Dağ Kavmi, Kayıtdışı Bir İsyan, Avesta, 3. basım, İstanbul 2018
Nedenlerini, tatminkar bir şekilde açıklayamadığım olgularla, olgusal ilişkilerle bu çalışmada da bol bol karşılaştım.
Kürdler, geçmişte, halk olarak, çok büyük eziyetler, işkenceler, zulümler yaşadı. Eziyetler, işkenceler bugün de devam ediyor. Eziyetin, işkencenin, zulmün bu romanda da örneği çok. “… Nuh Begi Mazikerê Dağları’nda yakalayamayan alayın tümü, aşağıdaki iki köyü basıyor. Mermend ve Meydan köylerini. İki köyün tüm halkını bir araya topluyor ve içlerinden sekiz ileri geleni seçiyor, elleri ve ayakları bağlı bu şahısları herkesin gözü önünde, kaynamakta olan iki büyük kazana önce ayakları, sonra da tüm vücutları itiliyor. Köyün rîspîleri denen bu şahıslar, kaynayan kazanlarda can verinceye dek tutuluyorlar, sonra da bu cesetler, gömülmelerine izin verilmeksizin köyün çöplüğüne bırakılıyor.” (s. 109)
“… Mıntıka-i Memnu’da, direnişçiler için iki çeşit infaz vardı. Birincisi müsademe sırasında öldürülmek, diğeri ise yakalandıklarında. Yakalanan direnişçiler hiçbir zaman asılmaz ya da kurşuna dizilmezdi. İlle de kafaları kesilirdi ve kafası kesilen kimi direnişçilerin kellesi, ibret-i alem olsun diye, sokaklarda, milisler tarafından bir mızrağın ucunda dolaştırılırdı genellikle." (s. 245)
“İnsanın içini inciten çile ve cefa görüntüleri, özellikle yaklaşmamak, zinhar onlarla konuşmamak kaydıyla halka açılırdı.” (s. 245)
Sürgünler sırasında, “hasta ve yaşlılar, kafileyi ağırlaştırdıklarından, dipçik darbeleriyle yol kenarlarına savruluyorlardı." (s. 246)
“… Karı kocanın, kardeşlerin, baba oğulun bile ayrı ayrı illere verildiği bir sürgün sürecinde…” (s. 254)
Görüldüğü gibi baskılar, işkenceler, zulümler, sadece baskı, işkence, zulüm olarak yaşanmamaktadır. Çok ağır bir hakaret, aşağılama da vardır. Rîspîlere işkenceyi böyle değerlendirmek gerekir. Bu hakaretlerin, milislere yaptırıldığı da sürecin farklı bir boyutudur. Bu sistematik ve kararlı baskılar, insanların kendi kimliğinden, kendi ulusal değerlerinden utanmasını sağlamayı amaç edinmektedir. Böylece, kendilerine sunulan egemen ulus kimliği, egemen ulus değerleri daha kolay bir şekilde kabul görecektir.
Bütün bu kitlesel baskıların, kitlesel işkencelerin, Kürdlerde, birlik olma, birbirlerine taviz verip güçlenme, bu baskılara, zulümlere karşı birlikte mücadele etme duygusu yaratamaması dikkate değer bir süreçtir. Uzun savaşlara rağmen, peşmerge böyle bir süreci yaratamamıştır. Böyle bir süreci, 30 yılı aşkın mücadelesine rağmen gerilla da yaratamamıştır. Bunun nedenlerini tatminkar bir şekilde açıklayamadığımı yukarıda belirtmiştim.
İlkokullarda her sabah gündeme gelen, ‘Türküm, doğruyum… Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ şeklinde, her sabah çocuklara içirilen bir ant vardı. Bu ant’ı Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde, hükümet kaldırdı, AKP kaldırdı. Şüphesiz, bu konuda Kürdlerin de çabası oldu. Ama bu sonuç almayı sağlayacak kadar ciddi ve sistematik değildi.
Geçmişte yaşanan, günümüzde de hala yaşanmakta olan temel süreç nedir? Aileler, kan davalarıyla birbirleri ile yoğun bir çatışma, mücadele içincedir. Bu süreç içinde ailelerden biri, diğerini imha için devletden de yardım almaya çalışmaktadır. Devlet bu yardımı seve seve kabul etmektedir. Böylece, devlet, kendini meşgul eden ailelerden birini öbürü aracılığıyla hırpalamış, geriletmiş, zayıflatmış olmaktadır. Sıra, kısa bir zaman sonra, şüphesiz öbürüne gelecektir. Ama öbürü bunun bilincinde değildir. Kitlesel baskıların, işkencelerin, zulmün nedeni şüphesiz, halkın gözünü korkutma, Kürdlerde mili duygunun, giderek milli bir hareketin, Kürd, Kürdistan, Kürd dili bilincinin doğmasını engellemektir. Devlet, yaptığının bilincindedir, ama, Kürdlerin çok büyük bir kısmı, neden kitlesel işkencelere, baskılara maruz kaldıklarının bilincinde değildir. Bunun için, birbirlerine taviz verip, büyüyüp çoğalıp güçlenmeyi akıl etmemekte, düşman güçlere taviz vermektedir. Bu da sorunun daha da büyümesini, derinleşmesini, perçinleşmesini getirmektedir.
Dağ Kavmi romanının konusu kısaca şudur: Olaylar, Kozluk, Sason, Muş üçgenindeki Xerzan mıntıkasında geçmektedir. Burası Mıntıka-i Memnu’ bir alandır. Bu alanda yaşayanlara Xerzî denmektedir. Bu alanda akan Norşîn Suyu’nun iki tarafında, devleti meşgul eden iki aile yaşamaktadır. Suyun bir tarafında, Teterê Badik ve adamları, bir tarafında da bölgesel muhtariyet için mücadele yürüten Mala Şeref, yani Abdurrahmanê Ali, Aliye Yunus vardı. (s. 85, 159) Bu iki aile birbirlerine düşman değildi. Ama birbirleriyle işbirliği içinde de değillerdi.
Teterê Badik ve adamları askerlik yapmak istemeyen, vergi vermeyen bu şekilde yaşamı sürdürmek için ovaya inmeye, yerleşmeye yanaşmayan, devletle bu çerçevede mücadele yürüten adamlardır. Bunun dışında siyasal tutumları, bilinçleri yoktur. Mala Şerefler, Abdurrahmanê Ali’nin ise, Kürdi bir muhtariyet peşinde koştuğu belirtilmektedir ama, bu muhtariyetin içeriği belirsizdir. Örneğin, Bölge Jandarma Komutanı Yüzbaşı Cemal Madanoğlu’nun kendisiyle yaptığı görüşmede, bu konu hiç konuşulmamış, gündeme gelmemiştir. Abdurrahmanê Ali, teslim olup sürgüne gitmeyi de kabul etmekte, ama, teslim olduktan sonra, kendisi hakkında, çevre halkın vermesi olası yüzlerce dilekçeye karşı, bir muafiyet sağlanmasını istemektedir. Yüzbaşı Cemal Madanoğlu da bunu garanti edemediği için teslim olma gerçekleşmemiştir. Zira Yüzbaşı Madanoğlu bu görüşmeyi, üst komutanların, “eşkıya ile görüşme olmaz…” anlayışına rağmen yapmaktadır. (s. 169 vd. )
Bölge, dağlık bir bölgedir. Burada yaşayanlara, Qewmê Çiyê denmektedir. Komutanlar bu alanı, “Sason arazisine göre Dersim mıntıkası mesire yeridir…” (s. 85) “Dersim buralara göre seyir-seyranlık…” (s. 226) diye tarif etmektedirler. Kermelêh Dağı, Xerqîz Dağı, ve mağaraları Xirbaq Vadisi halkın kendilerini güvenlik kuvvetlerinin baskılarından korumaları için gizlendikleri önemli alanlardır. Kermelêh Dağı’nın ve Xelqîz Dağı’nın zirvelerinde, çok geniş, dipsiz bucaksız mağaralar vardır.
Bölgede, hükümete çalışan milisler büyük bir faaliyet içindedir. Bölgede, kim Teterê Badik’e katılıyor, kim Mala Şereflere katılıyor, kim onlara sempati gösteriyor, kim onlara yataklık ediyor vs. hemen öğrenip güvenlik birimlerine haber veriyor. Hükümet, milislerin tesbit ettiği bu ailelere saldırıp evlerini yıkıyor, yakıyor, ailenin tüm fertlerin de elleri-kolları bağlı bir şekilde ve birbirlerinden ayrı olarak, Batı Anadolu’da çeşitli illere sürgün ediyor.
Kemal, ailesiyle birlikte, Kendoların başı Teterê Badik’e katılıyor. Ailesi köyde, kendisi artık Kermelêh Dağı’nda ve Xelqîz Dağı’nda, mağaralarda yaşam sürüyor. Ara sıra köye inip ailesiyle buluşup bir gece kalıp dağa geri dönüyor. Başmilis Dehak, bu durumu kısa zamanda öğrenip Jandarma karakollarına bildiriyor. Kemal’i yakından izleyen Jandarma Komutanı Yüzbaşı Refik, Kemal’in evde olduğu bir gece, sabaha karşı eve baskın düzenliyor. Çatışma sırasında ev bombalanıyor. Ev yıkılıyor, yakılıyor. Çatışmada evde bulunan 6 kişi yaşamını yitiriyor. Kemal, ihtiyar babası, en küçük oğlu altı yaşındaki Sîpan, büyük oğlu Musa ve eşi Nesime, Musa’nın kayınbiraderi Sabri yaşamını yitirenler arasında… Kemal, ölürken, karısı Sêvê’ye, ‘kurmê darê’, ‘ağacın kurdu’ diyerek Dehak’ı işaret ediyor. (s. 25)
Kemal’in eşi Sêvê kolu kırılmış, yaralı ve baygın halde bulunuyor. Üç küçük kızları, Gewher, Gewrê ve Gerdengaz yaşıyor. Diğer oğlu topal Murad ve eşi Besê, bu çatışmada bir şekilde kurtuluyor. Yaşayanlar sürgün kafilesine katılacaklar…
Başmilis Dehak, Sêvê kadına vurgun bir kişidir. Çok zamandır ona duygusal hisler beslemektedir. Fakat, kocası Kemal yüzünden Sêvê’ye yanaşamamaktadır. Kemal’in ölümünü fırsat bilip tutkunluğunu açıklamayı düşünmektedir. Yaralanmasını, kolunun kırılmasını da fırsat bilerek, baygın haldeki Sêvê’yi üç küçük kızıyla birlikte ablası Caziye’nin evine götürmüştür. Kırık-çıkıkçı Sarkis Efendi’ye haber vererek Sêvê’nin kırık kolunun tedavi edilmesini sağlamıştır. Bu süre içinde, dil dökerek Sêvê’ye aşkını, duygularını açıklamaya çalışmıştır. Ama Sêvê’yi ikna edememiştir. Sêvê, Dehak’ın ailesine ve köyüne yaptığı kötülüğün farkındadır. Her defasında ‘… Eğer yaşarsam… ‘ diye öfkesini, kinini belli etmektedir. ‘Yaşarsam, eğer yaşarsam…’ (s. 123, 233, 255)
Sêvê kadını ikna edip nikahına alamayınca, komutanların da isteği üzerine Sêvê’yi üç küçük çocuğuyla birlikte sürgün kafilesine katmak zorunda kaldı. Sason’da görev yapan milis Çolak Biçar Çavuş’un da yardımıyla, günlerdir, Timok’da anasıyla görüşme planları yapan, Topal Murad ve eşi Besê’de sürgün kafilesine katılır. Sason, Mıntıka-i Memnu içinde yer almadığı için Çolak Biçar Çavuş’a ‘muhbir bir milis’ gözüyle bakılmamaktadır. Çolak Biçar Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslarla savaşırken tek kolunu kaybetmiş bir gazidir. Bu bakımdan devlet katında itibarı yüksektir. Bunun dışında, öbür milislere benzemeyen insani bir yönü de vardır. Sürgünlerin, Kürdler, Kürd aileler üzerinde yaptığı tahribatı bilmektedir, onlara içten içe acımakta, bu duygularının da belli etmektedir. Sêvê kadın, üç küçük kız çocuğuyla, oğlu Topal Murad ve gelini Besê ile, yine Çolak Biçar Çavuş’un yardımlarıyla, birbirlerinden koparılmadan sürgün yerine ulaştırılır. (s. 248 vd.)
Aile, önce, Antalya’nın Elmalı ilçesinin Gömbe yaylası civarındaki bir köye, sonradan gelen bir emirle, Manisa’nın Salihli ilçesinin Dereköy bucağına yerleştirilir. (s. 254)
Burada, Topal Murad’ın ve Besê’nin ikiz iki oğlu olur. Besê doğum yaparken yaşamının yitirir, ama ikizler sağlıklıdır. Topal Murad da mezarlıktan döndüğü sırada, yolun karşı tarafına geçerken arabanın altında kalıp yaşamını yitirir. (s. 254)
Sêvê kadın torunları Gernas ve Darçin’i, üç kızının da yardımıyla büyük bir özveriyle yetiştirir. Gernas ve Darçin, kendilerine, ailelerinin yaşadığı felaket anlatılarak büyürler. Her fırsatta bu acılar dile getirilir. Dedeleri Kemal’in intikamı alınmalıdır. Bunun sorumlusunun Dehak olduğu her gün her saat dile getirilir. Sêvê kadının bütün hayatı, torunlarına bu kini aşılayarak geçmektedir.
Gernas ve Darçin, Salihli’den, Dereköy’den kalkıp tren yoluyla Kurtalan’a oradan da Sason tarafına geçerek, çok sessiz bir şekilde Dehak’ın ölümünü gerçekleştirir. Dehak ve ailesi, Dehak’ın kan davasında hedef olacağının bilincindedir ama Manisa’dan, Salihli’den, Dereköy’den kalkıp geleceklerin bu işi gerçekleştirebileceklerini hiç akıl etmemiştir. Batı illerinde geçen uzun yılların bu işin üstünü örtebileceği düşünülmektedir.
Gernas ve Darçin, Dehak’ın ölümünden sonra, yardımcılarının da isteğiyle bir süre Timok Köyünde eğleşirler. Ortalık biraz sakinleşince, otobüse binerek, İzmir’e doğru yola çıkarlar. Otobüsü bindikleri sırada bir grup polisin ellerindeki bir tomar kağıtla otobüs terminaline girdiklerin fark ederler. Büyük bir endişeye, korkuya kapılırlar. Göz ucuyla duvarlara yapıştırılan ilanlarda fotoğraflar olduğunu görürler. Bu fotoğrafların, Sinan Cemgil, Cihan Alptekin gibi devrimcilere ait olduğunu anlarlar. ‘Fotoğraflarda görülen bu kişilerin gördüğünüz yerde en yakın karakola haber verin…’ Bu ilişkilerden, Başmilis Dehak’ın öldürülmesinin, 1970 sonlarında, 1971 başlarında, 12 Mart döneminde gerçekleştiğini anlıyoruz. (s. 259)
* * *
Romanda doğa tasvirleri çok güçlü. Bu tasvirler insanda, Xerzan’ı, Kermelêh Dağı’nı, Xerqîz Dağını, Xirbaq Vadisi’ni, yürüyerek, adım adım, karış karış dolaşma hissi uyandırıyor.
Romanın kurgusu da çok sağlam. Kaleyi içten fethetmek için, Kürdlere daha yakın olmak isteyen, bunun için bir Kürd kızıyla evlenmeyi aklına koyan Yüzbaşı Cemal Madanoğlu’nun buna ilişkin tutumu roman boyunca etraflı bir şekilde anlatılıyor. Yüzbaşı Cemal Madanoğlu’nun, evinde, 60 kedi besleyen anası oğlunun bu isteğine, teşebbüsüne şiddetle karşı çıkmıştı. Yazar Abullah Kaya, romanının başında, romanını yazarken Cemal Madanoğlu’nun anılarından da yararlandığını belirtmektedir. (s. 6)
Têtêre Badik’in ve Abdurrahmanê Ali’nin isyanları karşısında, Pencinaranların, Elikanların, Slokanların, Babosiyanların, Şerwênlerin, Reşkotanların durumları da değerlendiriliyor. (s. 105 vd. )
Aydınların İşlevi
Sistematik ve kitlesel zulümler, İşkenceler karşısında Kürdlerde birlik duygusunun oluşmadığını, kitlesel katliamların, soykırımların, Kürdlerde birlik duygusu yaratamadığını, Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’nın (Emnîy Sûr) bile bunu gerçekleştiremediğini, bunun nedenleri konusunda tatminkar bir açıklama getiremediğimi belirtmeye çalışmıştım. Bu çerçevede, toplumsal bir kategori olarak aydınların durumuna bakmanın gerekli ve yararlı olacağını düşünüyorum.
Aydın, aydınlar, bir toplumda, çok eleştirilen, kınanan, suçlanan toplumsal kategorilerden biridir. ‘Aydın görevini yerine getirmedi.’, ‘Aydınlar, toplumsal görevlerinin bilincinde olmadı’, ‘Aydınlar halktan kopuk’ vs. gibi eleştiriler, suçlamalar sık sık yapılır. Sık sık aydın, aydınlar göreve davet edilir.
Bütün bunlara rağmen aydın, aydınlar çok önemli bir toplumsal kategoridir. Özelikle gelişmekte olan toplumlarda, az gelişmiş toplumlarda, geleneksel toplumlarda aydınların, işlevi çok büyüktür. Kürd toplumu gibi bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış toplumlarda aydının işlevi çok daha büyüktür. Aydın, dünyayı, dünyadaki temel gelişmeleri, Yakındoğu’yu, Ortadoğu’yu, kavramış bir kişidir. Yakındoğu, Ortadoğu içinde, Türk, Arap ve Fars toplumları karşısında Kürd toplumunun çok çok olumsuz olan, sıfırın altında eksilerde olan konumunun bilincine varmış, bu olumsuz ilişkiler konusunda kendi halkını aydınlatan, bunun için eşitlik ve özgürlük peşinde koşan bir kişidir.
Buna genel olarak intelligentsia deniyor. Bunun üniversite okumakla, üniversite bitirmekle bir ilişkisi yoktur. Bugün medrese çıkışlı mellelerin önemli bir kısmı, üniversite çıkışlı Kürdlerin çoğundan, çok daha fazla aydındır. Hele hele, Kürd/Kürdistan sorununun ağırlığı karşısında, internasyonalist olduğunu söyleyen Kürdler, tam anlamıyla bir kaçış sürecindedirler. Kürd olmanın, Kürd toplumunun bir üyesi olmanın yüklediği sorunlardan kaçış… Sosyalist internasyonalizm için de ümmetçi internasyonalizm için de durum aynıdır, farketmez.
Dağ Kavmi, Kayıtdışı Bir İsyan romanına dönelim. Sason’da, Tetêrê Badik’in ve Abdurrahmanê Ali’nin isyanları var. Çevrede, Pencinaran, Slokan, Elikan, Babosiyan, Şerwên, Reşkotan gibi aşiretler var. Burada, gerek isyancıların, gerek öbür aşiretlerin, hem birbirleriyle, hem de devletle, milislerle, korucularla ilişkilerinde, çok eksik olan, eksikliği hissedilen temel kategori aydın kategorisidir. Aydın ne yapacaktır? Aydın şunu yapacaktır.
Aydın, Tetêrê Badik’i ve Abdurrahmanê Ali’yi çadırlarında, evlerinde ziyaret ederek, onlara, Kürd, Kürdistan, Kürd milleti, Kürd dili konularında, temel sorunların ne olduğunu konuşacaktır. Aydın, bunu, İstanbul’da yayınlanıp posta aracılığıyla Kürdistan’a gönderilen dergilerle, gazetelerle değil, çadırlara, köylere, evlere bizzat giderek yapacaktır. Çevredeki, Pencinaran, Slokan, Elikan, Babosiyan, Şerwên, Reşkotan… aşiretlerine bizzat giderek yapacaktır. Örneğin, onlarla, bu güzelim ülkede, neden dağlarda , mağaralarda yaşamaya zorlandıklarını konuşacaktır, Binxet’in nasıl oluştuğunu, Kürdistan’ın nasıl bölündüğünü, paylaşıldığını konuşacaktır. Dehak gibi kendi halkına hasım Kürdlerin neden çok olduğunu konuşacaktır… Gelişmeler, örgütlenmeler bu doğrultuda olacaktır…
Abdurrahmanê Ali, ancak, müsademelerin sonunda, yenilginin yaşandığı anda, Tetêrê Badik ile yaptığı bir sohbette, çok önemli eksiğimiz, teşkilat ve siyasetti diyerek temel meseleye biraz yaklaşmıştır. ‘Mücadelede yiğitlik ve dürüstlük var ama bu iki eksikten dolayı sonuç kötüdür…’ demektedir. (s. 283)
Aşiret reisleri, aşiretler, bu görüşmelerden, görüşmecilerden rahatsız olduklarını, hatta, bir daha görüşmek istemediklerini vs. söyleyebilirler. İlk görüşmeler böyle değerlendirilebilir, ama, aydın, tekrar tekrar gidip bunları konuşacaktır. Kürdler, İsrail tarihini, Yahudi halkının tarihini iyi öğrenmek durumundadır. Theodore Herzl 1890’larda, Yahudi zenginlerine ne diyordu? Theodore Herzl, ABD’deki, Fransa’daki, Rusya’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki, Avusturya’daki, İspanya’ vs. Yahudi zenginlerini ziyaret ederek, onlara, ‘eğer bir devletiniz yoksa, zenginliğinizin hiçbir değeri yoktur…’ diyordu. Aynı zamanda, Yahudi devleti için alınacak toprak konusunda para istiyordu. Yahudi zenginlerinin önemli bir kısmı, yaşadıkları devletle aralarının bozulabileceğini düşünerek, bu görüşmelerden rahatsız olduklarını söylüyordu. Hatta kendisiyle bir daha görüşmek istemediklerini dile getiren zenginler de vardı. İstenen parayı az veya çok veriyorlardı ama görüşmelerden rahatsız olduklarının da dile getiriyorlardı. Ama, Theodore Herzl, onlara, bir daha bira daha giderek, ısrarlı bir şekilde giderek onlara aynı şeyi söylüyordu. ‘Eğer bir devletiniz yoksa, zenginliğinizin hiçbir değeri yoktur…’
Kürd aydının da aynı tutum içinde olmalıydı… Yukarıda da belirtildiği gibi, romanda, Çolak Biçar Çavuş isimli bir karakter var. (s. 248) O da, Sason’da bir milis. Kürd… Ama öbür milislere göre Kürdlere daha yakın, insani değerlere sahip bir milis… Devlet onun bu niteliğini biliyor ama, yararlarının daha çok olduğunu düşünerek, onun bu şekilde davranmasına göz yumuyor. Çolak Bişar Çavuş, Seferberlik’te, Ruslarla çarpışırken, yaralanmış, tek kolunu kaybetmiş bir Kürd. Bitlis hastanesinde, bir Rus subayıyla tanışmıştı. Aynı koğuşta kalıyorlardı. Rus ordusunda görev yapan binbaşı Kafkas Kürdlerindendi. İleri görüşlü bir subaydı. Çolak Biçar Çavuş, bu binbaşıyla konuşmalarından çok şey öğrenmişti. İnsani değerlerinin gelişmiş olması, kanımca bu Kürd subayla konuşmalarının etkisiyledir.
Buradan farklı bir konuyu, bilinç konusunu gündeme getirebiliriz. ‘Kafkasyalı, Rus ordusunda görev yapan Kürd subay da Kürdçe biliyordu. Konuştuk…’ Bu cümle sadece bir saptamadır. Burada, Kürd/Kürdistan sorunlarını gündeme getiren bir bilinç yoktur. Bilinç, ‘neden ayrı gayrı düşmüşüz?’ sorusunu sorup süreci irdeleyebilmektir. Bilinç, bölünmenin tarihsel geçmişini, bu süreçte, Kürdlerin zaaflarını gündeme getirip tartışabilmekle gelişir.
Referandum Üzerine…
25 Eylül 2017 bağımsızlık referandumu üzerinden bugünkü duruma da kısaca bakabiliriz. Geçmişte, Kürdistan’da hanedan aileler, aşiretler birbirlerine karşı üstünlük taslarlardı. Günümüzde de örgütler, siyasal partiler birbirlerine karşı üstünlük taslıyor. YNK’nin bir kısmı, Goran, bazı İslami partiler, PKK, sırf Mesut Barzani’nin prestiji yükselmesin diye, referandum karşıtı bir durum geliştirdiler… Irak’la, Haşdi Şabi ile yaptıkları gizli anlaşmalarla, onların, 16 Ekim 2017 sabahında Kerkük’e girmesine destek verdiler. Bu süreçte, Başkan Mesut Barzani’nin Bağımsız Kürdistan politikasının darbe aldığı şüphesizdir. Ama bunun ötesinde Kürdistan’da çok büyük bir darbe almıştır. Kürdler, birbirlerine değil, düşman güçlere taviz vererek Kürdistan’ın daha büyük kaybetmesine neden olmuşlardır. Halbuki, Kerkük’ün verilmesi Afrin’in verilmesini de kolaylaştırmıştır.
2015 Ekim’inden beri, Şengal’in bir kesimi PKK güçlerinin denetimi altındaydı. KDP, PKK’nin Şengal’den çekilmesini, bu kesimlerin KDP denetimine bırakılmasını istiyordu. PKK buna yanaşmıyordu. Ama Kürd düşmanı Haşdi Şabi ile, Irak güçleriyle çok rahat anlaşıyor, onlara üslenme olanakları sağlıyor ama, KDP ile anlaşamıyordu. Bugün de, elinde tuttuğu alanları, Irak ve Haşdi Şabi güçlerine bırakarak bu alanlardan tamamen çekildiği söyleniyor…
16 Ekim 2017 sabahında, daha önceki açıklamalarına uygun olarak, neden direniş kararı vermediği konusunda Başkan Mesut Barzani eleştirilebilir. Bu eleştiri yapılmalıdır… Ama şu bir gerçektir. Referandum sürecinde, en sağlıklı tutum gösteren Başkan Mesut Barzani’dir. Bu tutumun, geleceğe muhakkak olumlu bir etkisi olacaktır. Zira, % 72 katılım, % 93 evet tapu gibi güçlü bir belgedir. Öte yandan Mesut Barzani’nin neden direniş kararı vermediği KDP’deki çeşitli gruplar açısından da değerlendirilmelidir. KDP’de de, YNK’deki gibi referanduma karşı olan bazı kesimler olabilir.
YNK’nin olumlu bir özelliği var. YNK’de olup biten her şey, taraftarlar tarafından kamuoyu önünde tartışılabilmektedir. KDP ise, iç sorunlarını dışarıya fazla aksettirmemeye gayret etmektedir. Bu bakımda, Başkan Mesut Barzani’nin, KDP’deki çeşitli kesimler üzerinde ne kadar etkili olduğu belirsizdir…
Ahlak
Dine dayalı bir ahlakı değil, doğa-toplum ilişkileri üzerine kurulan bir ahlakı savunmak gerekir. Doğa-toplum ilişkileri sürecinde gelişen bir ahlak anlayışı, merhamet ve yardımseverlik gibi duyguları geliştirir. Ama, dine dayalı bir ahlak bu duyguları köreltebilir. Doğa-toplum ilişiklerine dayalı bir ahlak anlayışı, eşitlik ve özgürlük gibi evrensel değerleri de geliştirebilir.
Bugün dindar olan ama ahlaki niteliklerden yoksun olan pek çok insan, grup vardır. Ama ateist olan, herhangi bir dine bağlı olamayan ama çok ahlaklı olan pek çok kişi ve grup da vardır.
Onbinlerce insanı zehirli gazlarla boğma sürecinde, yüzbinlerce insan yerinden yurdundan edip sürgün sürecinde, onların mallarına mülklerine el koyma sürecinde, genç kızlara tecavüz sürecinde, ahlakilikten eser yoktur. Enfal böyle bir süreçti. Ama bunu yapanlar kendilerini suçlu hissetmemektedir. Çünkü, zehirli gazlarla boğulanlar, sürgünlere gönderilenler, kafir kabul edilmekte, kafire karşı savaşanların ise cennete gidecekleri vurgulanmaktadır. Hiçbir dine inanmayan kişiler, böyle bir süreçte, şüphesiz daha ahlaki bir tutum sergilemektedir. Onların, böyle süreçleri onaylaması mümkün değildir.
Türkçe’nin Kullanımı Üzerine…
Dağ Kavmi romanında, Sêvê kadın, torunları Darçin ve Gernas’la, Anadolu’da Türk köylülerin konuştuğu gibi konuşuyor. ‘Len biliyom gızıyonuz emme, bi kez daha deyyom…’ (s. 12) Sêvê kadın, kızları ve Gernas’ın sözlüsü Zerya ile de böyle konuşuyor. ‘Dönecekle helbet…’ (s. 256-257)
Kürd köylüleri bu şekilde konuşturmanın doğru olmadığı kanısındayım. Bu konuşmaların, düzgün Türkçe’yle verilmesi gerekir. Örneğin, Tolstoy’un, Dostoyevsky’nin romanlarında da Rus köylülerle şehirli Ruslar konuşmaktadır. Ama onların konuşmaları, Anadolu’da Türk köylülerin konuşmaları gibi verilmemektedir. Düzgün Türkçe’yle verilmektedir. Doğrusu da budur.
Yazar, bu konuda kendini şu şekilde savunabilir. Gernas ve Darçin, Manisa’nın, Salihli ilçesinin Dereköy beldesinde doğdu, büyüdü. Türkçe öğrenemedi. Sêvê kadın onlara, Kürdçe öğretemedi… Onlar da Türkçe’yi bu şekilde konuşuyor. Bu savunmada haklılık payı olabilir. Örneğin, Dehak’ın, ablası Caziye ile konuşmalarının Kürdçe olduğu, ama düzgün Türkçe’yle verildiği, yazarın bu konuda hassas olduğunu göstermektedir. (s.121-122) Bundan dolayı, bu konuda, Kürdçe-Türkçe ilişkisine dikkat etmek gerekir…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.