15 Temmuz 2016; Ülke tarihinin “en karanlık” ve “en uzun gecesi”ne tanık oldu. “Yurtta Sulh Konseyi” adıyla “Darbe”ye kalkışan “Paralel Ordu”, “Harekât Yıldırım Planı”yla bütün birliklerine “hazır olun!” talimatını gönderdi. Darbe’nin ilk adımında, vurucu gücünü, yani hava birliklerini devreye sokarak “tahrip” ve “tasfiye”ciliğe girişti. Beklentisi, “yıldırım” gibi çarpmaktı; hedef, ilk hamlede devlet erkini “hareketsiz” kılmaktı. Ama hesap tutmadı...
Tutmadı diyorum, çünkü o “darbeci cunta”nın hesaba katmadığı bir güç dikildi karşılarına: “Halk” ve “irade”si... Tıpkı bir “paratoner” gibi. Osmanlı’daki darbeleri bir yana bırakırsak, bu güç, 27 Mayıs 1960 darbesinde yoktu. Bu güç, 12 Eylül 1980 darbesinde yoktu. Ve bu güç, 1971 ve 1997 postmodern darbelerinde de yoktu. Bu sefer, “ben de varım!” dedi; direnişe geçti. Cunta, emeline ulaşamadı. Hak ettiği ve unutamayacağı bir ders aldı. Kısacası, halk iradesi, darbecilerin cesaret ve moral gücünü ziruzeber etmiştir...
TSK içinde örülmüş ve örgütlenmiş cunta, öncekilerden “farklı” olarak darbeye çok acımasızca kalkıştı. “Yıldırım” adına denk düşen bir yıldırmayla işe başladı. Düşman bir ülkeyle savaşıyormuşçasına, ilk darbeleri “beynine” indirdi; ülkenin “yönetim” ve “güvenlik” merkezlerini hedefledi. Ancak “bilinçli” ve “örgütlü” toplumun kudretiyle karşılaştı; etten-kemikten örülen halk barikatı, bu barikatın izhar ettiği çelikleşmiş irade, “darbeye geçit yoktur” dedi; “ya meşruiyet, ya şehadet” şiarını darbecilerin yüzüne çarptı; kışlalarına ricat ettirdi.
Evet; bir “şahs-ı manevi” olan devlet, bütün bileşenleriyle ortak bir reflekse durdu; kendinde yuvalanmış ve çöreklenmiş “Paralel Devlet”in “Paralel Ordusu”na, unutulmaz bir hezimeti yaşatmıştır. “Tarihe geçen bu hezimet”in tahakkukunda, öncelikli takdir, şüphesiz ki halka ve fedakâr evlatları olan polislere aittir. Nihayet, kaybın büyüğünü de bu iki kesim vermiştir. Zira cuntacı katiller, bunları aşamadıkları takdirde, “muvaffak” olamayacaklarını anlamışlardı.
Kim ne derse desin, bu darbe girişimi, “emperyalizm” desteklidir. Başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere, topyekûn Müslüman coğrafyasının “istikrarsızlığını” hedefleyen emperyalizm, başında da ABD, halkı Müslüman olan bütün ülkeleri “kaosa” itmektedir. Bu, yeni değildir; emperyalizmin tarihi kadar eskidir. Yıllardır “Altın Nesil” uyutmalarıyla Müslüman evlatlarını bünyelerine alıp büyüleyen “Paralel Devlet”in “terminatör”leştirdiği bu neslin uygulamalarına baktığımızda, bu yapının emperyalizmle nasıl da kol kola çalıştıklarına tanıklık etmekteyiz. Bediüzzaman’ın “zındıka” ve “nifak komitesi” diye vasfettiği “masonik” örgütlenmenin Türkiye ayağı, bu gün itibariyle “Paralel Devlet” şeklinde tezahür etmiştir. Zarar ve zehirini ise, yaşanan darbe ortaya dökmüştür.
Resmî ağızlarca, her ne kadar “püskürtüldü” denilse de, ben o kadar da “iyimser” değilim. “Kanserli” bir ur ya da uzvun “yüzeyden” alınması, tamamen temizlendiğini göstermez. “Hücresel kalıntı” ve “sirayet”leri göz ardı edilmemelidir. Bu itibarla, “teyakkuz” hali devam etmelidir. “Rehavet”, affettirmez. İlahî lütuf, tepilmemelidir. Badirenin atlatılmasında, fedakârca direniş kadar, masumane dua ve yakarışlar da etkili olmuştur. Cuntaya karşı şahlanan ruh, rehavetle öldürülmemelidir; aksine, tüm kalıntıların temizlenmesiyle “kemale” erdirilmelidir. Yalnız, at iziyle it izinin karıştığı böylesi hengâmelerde, adaletten de ayrılmamak lazımdır.
Evet; lütfedilmiş bu zafer, “adalet” ve “hakkaniyet”in yerleşmesine vesile kılınmalıdır. “Dayanışma ruhu”, yanlış uygulamalara kurban edilmemelidir. Unutulmamalı; “hak” ve “hareketleri” bloke eden, darbe ve sıkıyönetimlerdir; bunu püskürten meşru direniş, yerini bulmalıdır; direnişçilerin “masum” kanları yerde bıraktırılarak “heder” edilmemelidir!
Şahsım adına, bu devrimden çok “ders” aldım; benim için iyi bir “öğretmen” oldu. Aldığım ders, özetle şu maddelerdir:
1- “Sessiz” ya da “pasif direniş”in faydasını, her kes ve kesim, ayan-beyan görmüştür, yaşamıştır. Darbeye karşı verilen “onurlu” ve “hakkaniyetli” direniş, “irade”nin kıyamı olup “gücü” ve “zorbalığı” saf dışı etmiştir. Hak aramanın yol yöntemini bütün hak arayıcılarına deklere etmiştir. Hak ve iradenin kaynaşması, halk direnişinde tecessüm etmiştir.
2- Halk direnişi, beraberinde “sivil şehadet” realitesini gündeme getirtmiş; resmî ağızlarca, siviller hakkında ilk defa bu denli “şehitlik” vurgusu yapılmıştır. Bu paradigma değişikliği hayırlı olmuştur. Artık anlaşıldı ki bu ülkenin gerçekten de “sahip” ve “hamisi” halktır; gerisi ise, onun türevidirler. Bir başka ifadeyle, bütün “kahraman” ve “kahramanlıklar”ın yegâne liyakatlisi halkın kendisidir. Bu “gerçeklik”, her kesi yeniden düşündürtmelidir!
3- Devletin silahını kendi halkına çeviren “Paralel Devlet” yapılanması ile güdümündeki “Paralel Ordu”nun gerçek yüzü tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Bunca yıldır “takkiyecilik” ve “kamuflajcılık” taktiklerine başvuran “nifak şebekesi”nin ne denli “insanlık” ve “İslamiyet” düşmanı olduğu bir kez daha tescillenmiştir. Umarım, kalp ve kafasını kiralatan ferasetsizler de görmüştür...
4- Darbe girişimi ve arkasındaki güç odakları, “Kürt Sorunu”nun çözümsüzlüğüne ilişkin kafa karışıklığına da cevap olmuştur. Şahsî kanaatime göre, bu günden itibaren bölgedeki şiddet trendinde ciddi bir düşüş olacaktır; şiddetin yerini sükûnet ve aklıselim alacaktır. Bu bağlamda, başta “Roboski Katliamı” olmak üzere, birçok “faili meçhuller”in de aydınlatılacağını intizar edebiliriz. İnsan umutla yaşar; bu beklentiler şahsî de olsa, bu darbenin çok sırları izhar edeceğine kaniyim. Rus uçağını düşüren pilotun “Darbeciler” arasından çıkması, bu iddiayı desteklemiyor mu?
5- Cuntanın kalkışmasıyla birlikte, halkta meydana gelen “infial” ve Cumhurbaşkanı’nın, “Sokaklara inin!” çağrısının anında karşılık bulması, “medya” ve “iletişim araçları”nın, –zararlarından sarfınazar– direnişteki önemini gözler önüne sermiş; “liderlik” kadar, “sadakat” ve “dayanışma”nın sosyal hadiselerdeki etkisini bütün halkça bir kez daha görmüş ve öğrenmiş olduk.
6- Darbeci cuntanın, “asil kan” felsefelerine rağmen, kendi kanından olan insanlara reva gördüğü bu acımasızlığı, “kanı bozuklar” diye niteledikleri bölge insanı bağlamında düşündüğümüzde, ortaya çıkan “vehamet”i anlamamızda ciddi ipuçları vermektedir. Bu vahşi darbe, insanımıza bu “empati”yi kurma noktasında iyi bir örnek olmuştur. Cizre ve Silopi uygulamalarında, “kahraman” ilan edilenlerin, bu gün itibariyle “darbe yöneticisi”(vatan haini) denilerek tutuklanması, ne demek istediğimizi güzel anlatmaktadır, zannedersem.
7- Sokaklara inen “milyonlar”a rağmen, direnişte “aklıselim” ve “emniyet”in hükümferma olması, direnişçilerin kimlik, kişilik ve niyetlerini ortaya koymaktadır. “Gezi” ve benzeri kalkışmaların neticeleri göz önüne alındığında, bu devrimin “olgunluk” ve “haklılık”taki farklılığı daha da belirginleşmektedir. Neticesi hayırla sonuçlanan; “gasp” ve “yağma”nın hiç bir şekilde yaşanmadığı bu direniş, herkese ders olsun!...
8- Amerikalı Senator Paul Findley’in deyimiyle, ABD’de “Siyonist lobilerin iki güçlü merkezlerinden biri olan Pensilvanya”da yuvalanmış ve Siyonist odaklarla “dinlerarası diyalog” retoriğiyle hemhal olan Fethullah Gülen’in belirleyici renginin “Müslümanlık” değil, “Uluslararası Evangelizm”in Asya yapılanması olan “Moon Tarikatı”nın ilke ve inanç esasları olduğu bu darbedeki “Müslüman düşmanlığı”yla ortaya çıkmıştır. Çünkü onunla “dindaş” olan “Paralel Ordu”nun bu darbede katlettiği insanların tamamı “Müslüman”dılar.
9- Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinat'ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'an'a farz ve vâcibdir” ifadesindeki “Milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet” diye tarif ettiği “kuvvet”, beynelmilel emperyalizmdir. Emperyalizmin şefliğine sığınan Fethullah Gülen’in bu ülkede başlattığı sosyal ve siyasal mühendislik faaliyetleri, bu başarısız darbe vesilesiyle “sona ermiş”tir. Nihayet, ABD Emperyalizmi’nin yarbaylarından Ralph Peters’in, “Eğer darbe başarılı olursa, İslamcılar kaybedecek ve bizler kazanacağız.” temennisi tutmamış; Gülen’le birlikte “hezimetin gayyası”na yuvarlanmışlardır. ABD’nin de kudurmuşçasına tehditler savurması boşuna değildir...
10- Bütün arındırma ve paklama gayretlerine rağmen, darbeden sorumlu olarak yakalanan bunca subay, general ve amiraller, hala “Peygamber Ocağı” güzellemelerimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır. Zorla güzellik olmaz. Emniyet ve savunma noktasında polis ve askerler arasında “zikre değer” bunca farlılıklara gitmek; hatta son dönemlerde askerin işleyecekleri suçlara dair getirtilen “imtiyazlar”, şımartılma ve azgınlaşmayı kalıcı kılmaz mı? Meydanlarda ve devletin hayatî kurumlarında halk ve polis gücü, ölümüne mücadele verirken, bir üçüncüsü kimlerdi?!...
11- Münferit de olsa, direnişçilerden beklenilmeyen “en olumsuz”, belki de tek tavır ise, linç kültürüne tevessül etmeleridir. Yakaladıkları askerlere uyguladıkları şiddet; darp ve yaralama seansları, nahoş ve gayri insaniydi. Haklı bir durumdan haksızların konumuna düşmek, direnişin ruh ve mantalitesine aykırıydı. Yapılması gereken; o aldatılmış neferatı derdest edip “hukuka” teslim etmekti; kişisel hissiyatı, hukuk diyerek dayatmamaktı...
Hâsılı: Milletçe atlattığımız bu vahşice darbeden dolayı hepinize “geçmiş olsun” der; darbede feda-yı can eden direnişçilerimize engin rahmetler diler, hepinize darbesiz ve darbecisiz bir dünya; dostça ve kardeşçe bir yaşamı temenni ederim...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.