Kürt sorununun çözümü ve barış konusundaki girişimlere isim dayanmıyor.
“Oslo süreci”, “Habur süreci”, “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “milli birlik ve kardeşlik projesi” vb. derken en sonuncusuna takılan “İmralı süreci” ismi de fazla uzun ömürlü olmadı ve Başbakan’ın talebi üzerine “çözüm süreci” olarak değiştirildi. Hayırlı uğurlu olsun.
Geçmişte kalan girişimlerden farklı olarak, bu kez “süreç”in bizzat Başbakan ve yakın çevresi tarafından hükumeti ve doğal olarak AKP’yi de içine alan bir sahiplenme ayrıcalığı kazanmış olduğunu, bu yüzden de hem Kürt hem de Türk kamuoyunda ihtiyat ölçülerini aşan bir iyimserlik ve umut doğurduğunu söyleyebiliriz.
“Büyük barış”
Bir süredir, patenti Taraf yazarı Alper Görmüş’e ait olduğu söylenen “büyük barış” planının tasarımcısı olarak, türlü türlü hukuk sakarlıklarıyla malül Silivri davalarının asker kanadındaki tutuklu ve hükümlülere yönelik adalet çağrıları ve hastane ziyaretleriyle bir kez daha gündem yaratan Başbakan’ın, Kayseri’de işadamlarıyla yaptığı toplantıda “Kürt barışı” bağlamında ağzından çıkan “bu uğurda zehir içeceksin deseler içerim” cümlesi, bir taraftan herkesi kapsayan iyimser beklentileri kabartırken, bir taraftan da, zımnen, Başbakan’ın “barış uğruna” ne kadar büyük bir risk aldığını ima ediyordu.
Nitekim bu sözlerin hemen arkasından, iktidar yandaşı medya ve Başbakan’ın siyasi fedaileri; olup bitenlerle ilgili en ufak bir itiraz, soru, talep dile getiren herkesi, “Başbakan’ın bunca riski göze alarak yürüttüğü”, “fazlasıyla hassas barış süreci” ne adeta ihanet etmekle suçlamaya başladılar. BDP heyetinin, iki aya yakın bir süredir, hikmetinden sual olunmaz ve ne olduğu bilinmez gerekçelerle ertelenen ikinci İmralı ziyaretine kimlerin katılacağı konusunda BDP yönetiminin sınırlı bir irade talebi bile aynı suçlamalara hedef oldu. Partinin eşbaşkanları ve Ahmet Türk veto edildi.
“En demokrat lider”
BDP heyetinin İmralı’ya gidişi dondurulmuş haldeyken, 3 BDP’li ve 1 bağımsız milletvekili ile HDK temsilcilerinin oluşturduğu “barış heyeti”nin Karadeniz illerinde yapmayı planladıkları toplantılar dizisi, önce Sinop, arkasından daha Samsun’da düzenlenen provokatif saldırılar sonucu yarıda bırakıldı. Yakın tarihimizde sıkça tanık olduğumuz (faili meçhul!) linç girişimlerini andıran bu saldırıların hangi siyasi partiye fatura edileceği konusunda tartışmalar sürerken, olayın en nesnel tanığı olan fotoğraf karelerindeki MHP simgesi bozkurt işaretli eller, tuhaf bir şekilde görmezden geliniyor, BDP heyeti Sinop belediye başkanı üzerinden CHP’yi suçlarken, AKP sözcüleri ve yandaş medya, hem CHP’yi hem MHP’yi sorumlu tutuyor ama satır aralarında yine “sürecin hassasiyeti”ni gerekçe göstererek BDP’ye vurmayı ihmal etmiyordu.
Bu arada Başbakan grup toplantısında, son birkaç hafta içinde ustaca dönüştürdüğü hitabet üslubuyla, “en demokrat ve en şefkatli lider” olarak, bir taraftan saldırıya uğrayan BDP milletvekillerine kol kanat geriyor, bir taraftan da MHP yanında BDP’yi de ırkçılıkla suçluyarak bol bol alkış alıyordu: “MHP sadece ırkçılığın diliyle konuşur, BDP ırkçılığın diliyle konuşur, CHP’nin ne konuştuğu zaten belli değil.”
Yaratılan bu belirsizlik atmosferi içinde, barış adına umutla bekleyen bütün gözlerin üzerinde odaklandığı Başbakan R.T.Erdoğan’ın şaşırtıcı derecede rahat, gerilimsiz ve özgüven içindeymiş gibi görünen hali gerçek “halet-i ruhiye”sini mi, yoksa “kozmik” becerisini mi yansıtıyor, bilmiyoruz. Ben kendi hesabıma, donanımının ve verili yeteneklerinin çok ötesinde bir misyona doğru hamle yapmaya çalışan Başbakan’ın kamuoyu yoklamalarında, şahsına yönelik olumlu sinyallere bakıp rahatlarken, büyük resmin tamamını görmediğini, görmemeyi tercih ettiğini, etrafındaki hiç kimsenin de resmin bütününü ona gösterecek cesaret ve feraset sahibi olmadığını düşünüyorum.
Böyle olmasaydı, daha birkaç hafta önce Cilvegözü kapısında onlarca kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan bomba olayını, balon patlamış gibi hafife alabilir, büyük bir özgüven içinde Suriye’ye tehditler savurmaya devam edebilir miydi? Roboski Katliamı’nı unutulmaya terkederken, oralarda biriken acıyı ve öfkeyi görmezlikten gelebilir miydi? Aslına bakarsanız, şu ya da bu şekilde tarihte iz bırakmaya hevesli birçok siyasetçi de benzer özelliklere sahiptir. İşler bekledikleri gibi giderse hayırla anılırlar, gitmezse silikleşip unutulurlar.
“Başkanlık” hedefi
İşler Başbakan R.T.Erdoğan’ın beklediği gibi gider mi? Bölge koşulları ona dilediği doğrultuda yol alma olanağı tanır mı? Bunları bilmiyoruz. Başbakan’ın önündeki “başkanlık” hedefi için tasarladığı varsayılan “büyük barış”ın giriş taksimi olarak nicedir sözü edilen “büyük af”, Silivri davalarının KCK dışındaki asker/sivil tutuklu ve hükümlülerini büyük ölçüde rahatlatır, “askeri vesayet” ve “darbe” tehlikesini uzunca bir süre için savuşturur, CHP’nin elindeki muhalefet araçlarından biri daha işlemez hale getirir. KCK tutukluları için ise herhalde aynı şey söylenemez. Başından beri rehin alındıklarına inanan Kürt siyasetçilerinin bunca yıl yattıktan sonra salıverilmesinin (ki bunun da toplu halde değil gıdım gıdım yapılacağı belli) Kürt siyasi hareketini tatmin etmeyeceği apaçık.
Kürt barışına gelince; sürecin şu ana kadarki tıknefes gidişine bakarak iyimserliği sürdürmek çok zor ama kamuoyu yoklamalarında Başbakan’ın bu işi çözeceğine inananların oranının % 69,5’lara çıkması da hafife alınamayacak bir veri. “Zehir içme” ve “siyasi riskleri göze alma” retoriklerinin arkasında bu destek güvencesi yatıyor. Eğer en iyi niyetli yorumlara itibar eder ve Başbakan tarafından takılan yeni adın daha kapsamlı, daha çok taraflı bir yaklaşımı ima ettiğini, “Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözüm süreci” diye ifade edegeldiğimiz uzun ismin kısaltılmış hali olduğunu varsayarsak, iyimserlik katsayısını belki biraz yükseltebiliriz. Bekleyip göreceğiz ama bana sorarsanız, bugüne kadarki gelişmeler, Başbakan’ın zihin dünyasında, sürecin açık ismindeki “demokratik” sözcüğünün herhangi bir karşılığı olduğuna dair güvenilir hiçbir ipucu vermiyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.