Cuma günü Diyarbakır Lice’de askerlerin karakol yapımını protesto eden göstericilere ateş açması sonucu Medeni Yıldırım adlı gencin ölüp 10’a yakın kişinin yaralanmasını protesto edenler Twitter’da tepkilerini #direnLice sloganıyla dile getirdiler. Bir süre sonra bunun karşısına #direncozum ve #direnbaris sloganları çıkarıldı.
Sırf bu kutuplaşmanın bile çözüm sürecinde Türkiye’nin işinin ne kadar zor olduğunu gösterdiği kanısındayım. Şöyle ki, aralarında iktidar partisinin bazı yöneticilerinin ve bakanların da olduğu kişilerin, Lice’nin yerine çözüm ve barışı koymalarının nedeni, ilçedeki olayları aslında çözüm sürecine yönelik bir provokasyon olarak görmeleriydi. Yine onlara göre, Lice’de çıkan olaylardan hükümeti sorumlu tutanlar da, bilerek ya da bilmeyerek çözüm sürecini sabote ediyorlardı. Nitekim aynı gece ve ertesi gün İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerde Lice ile dayanışma gösterilerinin yapılmasını da ulusalcıların bir tür fırsatçılığı olarak gördüler ve böyle göstermek istediler.
Kuşkusuz ülkede yaşanan her türlü krizden, istikrarsızlıktan sırf AKP hükümeti olumsuz etkileniyor diye memnun olan ve ellerinden geldiğince bunları derinleştirmek isteyen iç ve/veya dış güçler var. Ama toplumun farklı kesimlerinden yükselen her türlü itiraz, muhalefet ve protestoyu, hak arayışını bu güçlere mal etmek hem kolaycılık, hem haksızlık, hem de gaflet olur, oluyor. Öte yandan Gezi direnişiyle birlikte, bu türden kara çalma ve değersizleştirme çabalarının artık eskisi gibi işe yaramadığı da malum. Ayrıca İstanbul, Ankara, İzmir gibi yerlerde Türk bayraklarıyla “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Diren Lice” gibi sloganların (hatta bunların bazıların Kürtçe olarak) atılmasının, “Kürt sorununu çözelim derken Türk sorunu çıkarmayalım” endişesini gidermede ne kadar önemli olduğu da açık.
Önce Lice, sonra Diyarbakır ve Mersin
Tekrar Lice ve dolayısıyla çözüm sürecine dönecek olursak: 21 Haziran’da “Çözüm süreci sürüyor mu?” diye sormuş (http://rusencakir.com/Cozum-sureci-suruyor-mu/2045) ve Kürt siyasi hareketinin şikâyetleri arasında Uludere/Roboski olayının aydınlatılmaması, sorumlularının cezalandırılmaması ve PKK’lıların boşalttıkları yerlerde yeni karakolların inşa edilmesi gibi konular olduğunu vurgulamıştık. Dolayısıyla Lice’deki protesto bekleniyordu, güvenlik güçlerinin bu kadar hazırlıksız olması şaşırtıcıydı. Kaymakam ve valinin ilk açıklamaları da, Lice’nin akıbetinin Roboski’ye benzeyebileceği kuşkularını doğurdu.
Ardından BDP’nin Diyarbakır ve Mersin’deki “Hükümet adım at” yürüyüşlerinde olaylar ve gözaltılar yaşandı. Böylelikle Gezi direnişi sürecinde Batı’ya kaydırılmış olan TOMA gibi araçların geri dönmüş olduklarını da gördük.
Kol kırılır yen içinde
Bunlar hiç kuşkusuz çözüm sürecinin gidişatını olumsuz etkileme potansiyeli bulunan olaylar. Dolayısıyla yaşanmaması, yaşanıyorsa da en az hasarla sonuçlanmaları tüm ülkenin hayrına. Ancak burada tüm sorumluluk Kürt siyasi hareketinin ve onun destekçilerinin omzunda mıdır? Karakol inşaatlarının sürecin ruhuna aykırı olduğunu, hükümetin süreci ilerletecek adımları atmadığını düşünen vatandaşların bu itirazlarını gösteriler yoluyla dile getirmeleri; bu gösteriler sırasında güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanmasından şikâyet etmeleri en doğal hakları değil midir?
Eğer çözüm sürecinin başarıyla ilerlemesi arzulanıyorsa ne hükümetin, ne PKK’nın, ne Başbakan Erdoğan’ın, ne Abdullah Öcalan’ın, ne Hakan Fidan’ın dokunulmazlığı olmalı; kim, nerede ne hata görüyorsa özgürce söyleyebilmeli, gerekirse itirazlarını toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle dile getirebilmeli.
Bunun yerine “kol kırılır yen içinde” yaklaşımı benimsenirse Türkiye’nin Kürt sorunu çözülemez; en fazla, hükümetin “Kürt sıkıntısı” bir süreliğine ertelenmiş olur. Ki kısa bir süre sonra o sıkıntı bir azap olarak muhatabının karşısına çıkar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.