Geçen gün dostlarımla 12 Eylül darbe günlerini konuşuyorduk, yaşadıklarımız ve yaşananlar üstüne laf lafı açarken söz çocuklara gelmişti, çocuklarımızın o günleri nasıl algıladıkları üstüne. Kafamda birden bir şimşek çaktı; bu davaya asıl şimdinin yetişkinleri olan o dönemin çocukları müdahil olmalılar diye düşündüm.
Neden olmasın?
1980’li yıllar dünyanın, Soğuk Savaş’ın bitimiyle, iki sistemin bir bakıma vesayetinden kurtulup, demokrasiyi yeni anlamıyla yeniden tecrübe ettiği çocukluktan gençliğe geçiş yıllarıydı. Bu yılları Türkiye maalesef açılma değil tam tersine içene kapanarak, koyu bir istibdat rejimi altında karşıladı. Bahar dallarında çiçeklenmelerin zamansız bir soğukla kavrulması gibi özgürlük, demokrasi hevesleri tomurcuklanamadan kavruldu. 12 Eylül, düşünmekten, okumaktan ve hatta hayal etmekten, umut etmekten, koltuğunun altında kitap taşımaktan korkan bir nesil yetiştirdi.
12 Eylül tek sözcükle zulümdü ve bu zulüm öyle bir veya birkaç iddianame içine sıkıştırılarak yargılanıp bitirilecek basitlikte bir olay değildir; sonuçları en az iki kuşağın hayatını doğrudan etkiledi. Ne var ki zulmü yalnızca işkenceler, ölümler, hapisler olarak da anlamamak gerek. Kişilik gelişimleri üstünde yarattığı travmalar kaba şiddettin etkilerinden çok daha derinlere iner.
Bu etkileri anlayabilmek için 12 Eylül “istibdat rejiminin” yaratmış olduğu sosyal tahribatı aileler ve bireyler bağlamında da anlatmak gerekir. Özellikle de ana- baba- çocuk ilişkileri içerisinde yaşananları. Kundaktaki çocuğunu tanımadığı ailelere bırakmak zorunda kalanları biliyorum. Ana-babasını hiç görmeden büyüyen çocuklar oldu. Onları hapishanelerin karanlık tel örgüleri gerisinde görerek, ana-baba sıcaklığından uzak büyüyen çocuklar oldu. Ya da babasının veya anasının ya da ikisinin birden yokluğu üstüne uydurulmuş masum yalanlarla büyüyen çocuklar...
12 Eylül’ün azgın günlerinde polisin baskın yaptığı bir evde ana-babalarının yerini söyletmek için bir odada çocuğun öbür oda dedenin-ninenin şiddet altında sorgulandığını biliyorum.
Bu çocukların sayısı üç beşle sınırlı değildir. Kendi çevremden kalkarak iyi biliyorum ki, eğer anlatılırsa olağanüstü acılı sayısız gerçek hikâye ile karşılaşacağız.
İşte şimdinin yetişkinleri olan bu çocuklar anlatmalı 12 Eylül’ü. Çocuk ruhlarında kopan fırtınaları onların ağzından duymalıyız.
Ya da çocuklarının yaşadığı travmalara şahit olmuş ana-babalar, özellikle de analar anlatmalı çocuklarının ruh hallerini ve de kendilerinin çocukları üzerinden yaşadıklarını, acılarını, özlemlerini. Onların anlatımına Taraf’ta kendi köşemi severek bırakabilirim.
Ancak o zaman yeni kuşaklar 12 Eylül dendiğinde neden söz ettiğimizi daha iyi anlayacaklardır. Ancak o zaman “şiddet” dendiğinde bunun yalnızca fiziki şiddet demek olmadığını, beyinlere, ruhlara yerleşip kişiliği kavruklaştıran bir hastalık, bir “özgürlük yoksunluğu” demek olduğunu anlayacaklardır. Ancak o zaman 12 Eylül istibdat rejimiyle, faşizmiyle bu ülkenin geleceğinden onlarca yılın nasıl çalınmış olduğunu anlayacaklardır. Ancak o zaman 12 Eylül ile yüzleşmenin iki generalden hesap sormakla sınırlı bir mesele olmadığı da daha iyi anlaşılacaktır.
Rehabilitasyona ihtiyacımız var
12 Eylül rejiminin bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması yalnızca demokrasimiz için gerekli olan bir zorunluluk değil, bu ülkenin insanları olarak zihinsel ve ruhsal rehabilitasyonumuz, manevi sağaltımımız için de bir gerekliliktir.
12 Eylül rejiminin kirli ellerinin değdiği her şey temizlenmelidir. Bir çırpıda olmasa bile, “ama, fakat” demeksizin kararlı adımlarla üstüne giderek, geçmişin kirinden temizlenmeli, arınmalıyız. Evren ve Şahinkaya’nın şahsında başlayan yargılama bu nedenle bir başlangıç olarak hem anlamlı hem de önemlidir. Her ikisi de kafes içinde değil ama olağan biçimde yargı heyeti önüne çıkarılmalıdır. Yaşlı olmak bir ayrıcalık getiremez. Müdahillik talepleriyle birlikte bu dava genişleyecektir, mevcut iddianameyle sınırlı kalamaz.
12 Eylül istibdat rejiminin kökten tasfiyesi ancak sivil ve demokratik gerçekten tepeden tırnağa yeni olan bir anayasa ile mümkündür. Ancak o zaman sistemi temizleyebildiğimizi iddia edebilir ve bu ülkenin geleceğinde artık halkın söz sahibi olabileceğini ileri sürebiliriz.
Kendimize ve geleceğe güvenebiliriz
Ne var ki, 12 Eylül rejiminin köklerini temizlemenin sözkonusu olduğu noktada yeni anayasa “yetmez ama evet” yaklaşımı üstüne oturamaz. “Bir daha asla” ruhu ve zihniyeti üstüne oturmalı ve daha anayasanın dibacesinde “Bir daha asla” seslenişi yer almalıdır.
Almalıdır ki, bu ülkede bir daha asla bir çocuk uykusundan “beni bırakma anne” çığlığıyla uyanmasın...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.