"Soylular için her zafer yeni sorumlulukların başlangıcı, sonradan görmeler için ise sonun başlangıcıdır." İbn-i Haldun
Dokuz yıldır iktidarda olan bir partinin, yılların getirdiği yıpranmaya rağmen toplumun yarısına yakının desteğini hâlâ arkasında bulması başarılması zor bir iş olsa gerek. Ak Parti'ye oy vermeyen pek çok insanın aklının bir köşesinde "Nasılsa iktidar olacaklar" düşüncesinin verdiği rahatlıkla hareket ettiği de göz önüne alınırsa bu başarı daha da kayda değer bir hal alıyor.
Başbakan Erdoğan, 3 Kasım 2002'de çıraklık, 22 Temmuz 2007'de kalfalık döneminin başladığını ve 12 Haziran seçimlerinden sonra da ustalık döneminin başlayacağını söylüyor. Bu üç dönemde de halkın Ak Parti'ye teveccüh göstermesinin en büyük sebeplerinden birinin statükoya alternatif oluşturmaları olduğunu görebiliriz.
2002 seçimlerinde birbirinden ne söylem ne de icraat bakımından hiçbir farkı kalmayan statüko temsilcilerinden kaçan halkın büyük kısmı, daha kurulalı bir yıl bile olmamış bir partiyi bu yüzden iktidara getirdi. E-muhtıra sonrası sergilenen dik duruş, Ak Parti ile statüko arasındaki mesafenin gittikçe açıldığının bir nişanesiydi ve en çok da bu yüzden halkın %47'si gibi rekor bir destekle bu statüko karşıtı duruşa hak ettiği takdir gösterildi.
Ak Parti'nin toplumun hemen her kesimini kuşatmaya çalışan bir tür kitle partisi ("catch all party") olması, ulaşımdan sağlığa eğitimden altyapıya kadar yapılan güzel hizmetleri, vb. de bu başarıya sebep olan faktörler arasında sayılabilir elbette. Ancak her siyasal parti, özellikle hem Akdeniz hem Ortadoğu insanının özelliklerini taşıyan insanların yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede, bir tür "duygu"ya tekabül eder. Kanaatimce kuruluşundan bu yana Ak Parti'ye bir biçimde destek olan insanları birleştiren ve kaynaştıran "asabiye" statüko karşıtlığıdır. Bu sebepledir ki Ak Parti, her kesimden sistemin teferruattan saydıklarını bir araya getirmeyi başarmıştır.
Karşısına çıkan muhalefet biçimleriyse belli bir kesimin temsilcisi olmanın ötesine geçemediklerinden, Ak Parti'ye alternatif olabilecek çapta bir muhalefet partisi hâlâ mevcut değil. Bu yüzden iktidar olmak da Ak Parti'ye düşüyor, yeri gelince sisteme muhalefet etmek de... [Ne kadar başarılı olduğu tartışılır ama "Yeni CHP" bu gerçeğin farkına geç de olsa varıldığı için ortaya çıkmış bir sonuçtur.]
Ancak seçim öncesi Ak Parti'nin benimsediği söylem ve duruşa baktığımızda, kurucu asabiyeden bir kopuş olduğunu sezmek mümkün. Değişim kelimesini dilinden düşürmeyen partililer artık istikrar diyor. Zaten seçim kampanyasının ana sloganı da "İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün".
İstikrar olumlu bir kelime olduğu kadar, ortada herhangi bir sorun/çatışma alanı kalmadığında, olanı muhafaza etmek için kullanılır. Eğer Ak Parti'nin bu kelimeyi vurgulamakla kast ettiği ekonomik istikrarsa, parti adındaki "kalkınma"ya uygun bir seçim olarak görülebilir. Ancak gözler "adalet" vurgusunu arıyor ister istemez. Zira, başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, halkı motive eden esas unsur duble otoyollardan çok kuşaktan kuşağa devredilen, hayatlarının orta yerinde duran "ezilmişlik"lerine bir çare bulma telaşıdır.
İbni Haldun, meşhur "Mukaddime"sinde, iktidarların doğuşundan çöküşüne kadar olan aşamayı beş evrede inceler. Spesifik olarak dördüncü evrede yönetimde hiçbir yenilikçi hareket görülmez; bilakis eski yönetimler taklit edilir ve bu çizgiden ayrılmanın iktidarı sonlandıracağına inanılır. Ak Parti'nin "istikrar" vurgusu yapması, seçim listelerinde "catch all party" anlayışından uzaklaşması, anayasanın ilk üç maddesinin değişmez olduğuna yönelik açıklamaları, muhafazakâr demokratlıktan çok milliyetçi muhafazakârlığa yanaşan bir görünüm arz etmesi İbni Haldun'un bahsettiği dördüncü evreyi tasvir ediyor sanki.
2007 seçimleri öncesi, parti programındaki ilk vaadi yeni anayasa olan partinin yerine sadece ekonomik icraatlarından söz açan, toplumsal sorunlara dair suya sabuna dokunan sözler sarf etmekten kaçınan bir parti gelmiş durumda. Bu sessizliğin en çok infial yarattığı mesele ise elbette ki Kürt meselesi... Birileri kendi arzu ettikleri yer ve zaman geldiğinde PKK'lıları öldürüyorlar. Karşı taraf da elinden geleni ardına koymuyor. Dün Kurtuluş Tayiz'in yazdığı gibi "Kürt siyasetinin Kürtlere ümit verecek mecali kalmamış. Barış için konuşamıyorlar ama savaş için konuşmakta sınır tanımıyorlar".
Böylesi bir vasatta Ak Parti'nin asabiyesine yani 'öz'üne dönmesini umut etmekten başka bir çare kalmıyor. Zira üç-beş milliyetçi oyu daha kaybetmeyeyim diye ayak sürüdükçe, işleri karıştırmak için hazırda bekleyenler ellerini ovuşturmaya devam ediyor.
Başbakan Erdoğan'ın 1 Haziran'da Diyarbekir'de yapacağı konuşma bu açıdan oldukça önemli. Ancak ondan daha da önemli olan 12 Haziran ertesinde Ak Parti'nin "ustalık dönemi"nde benimseyeceği tutum. İnsan çırak veya kalfayken yeniliklere açıktır, hata yapmak korkusuyla elini sakınarak hareket ettirmez, yenilikten çekinmez. Ancak bir kez usta olmaya görsün, teamüller kafasında yer etmiştir, "ben oldum" duygusuyla hareket etmeye başlamıştır, yenilikçiliği bir tür acemilik gibi görür hale gelmiştir.
Ak Parti'nin ustalık metaforunun böylesi bir statükoculuğa delalet etmediğine inanmak istiyorum. Ancak tahayyül edilen böylesi bir ustalık dönemiyse, aynı yollardan geçmiş olan eski partileri hatırlamalarında fayda var. Çünkü "geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzerler". Bu noktada Başbakan Erdoğan'a Arap Baharı'ndan 'muzdarip' liderlere kendisinin verdiği tavsiyeyi hatırlatmakta fayda var:
"Lider, ülkesi ve milletinin geleceği için vardır. Değişimi yönlendirecek olan liderlerdir. Lider değişime direnirse, halkın taleplerine kulak tıkarsa zalimleşir, halka kulak verirse tarihte, gönüllerde dualarla yer alır."
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.