Önce mimozalar gelir… Önce daima mimozalar gelir.
Ve her seferinde şaşırırsınız… Daha kışın ortasındayken baharın habercisi bu sarışın ağaçlar nereden çıktı diye…
Minicik çiçekleri, ince dallarıyla saçlarını rüzgarda şöyle bir dağıtıp kokular içinde salınırlar.
Ardından nergislerle menekşeler sökün eder.
Menekşeler aşka düşmüş kederli prensesler gibi sırlarını ele vermeden, acı yeşil yapraklarının içinde saklı hüzünleriyle başları dik dururlar.
Uzun kirpikli gözlerini ağır ağır açıp size bakacaklarını düşünürsünüz.
Nergisler çok daha genç ve neşelidirler serin kokularıyla.
Hala bilmediğim bir nedenden dolayı kokuları bana Çalıkuşu’nda Feride’nin sürdüğü “elyotrop” parfümünü düşündürür, “elyotropun” ve Feride’nin nergisler gibi koktuğuna inanırım.
İstanbul’un bahçelerinde çıtır güller belirir.
Pembe Japon gülleri onlara eşlik eder.
Bir sabah aniden bütün ağaçların çiçeklerle donandığını görürsünüz, periler padişahının düğününe hazırlanan nedimeler gibi süsleniverir dallar.
Çiçeksiz ağaçların dallarında, biraz sonra yaprağa dönüşecek yeşil pıtırcıklar sıralanır.
İlk laleler görünür sonra, içlerinde sihirli içkiler taşıyan kadehler gibi güneşe doğru açılırlar.
Ardından, mor beyaz çiçekleriyle yabani manolyalar gelecektir, artık bilirsiniz.
Kuş sesleri çoğalır.
Dedikoducu martılar daha neşeli çığlıklar atarlar.
Lükstrumların esrarengiz kokuları, mahzun bahçelerin gölgeli kuytularında bir belirip bir kaybolarak dolaşır.
Genç kızlar gülüşür sokaklarda.
Olgunca hanımlar, asla öyle yapmadıklarına inansalar da, farkına varmadan saçlarını şöyle elleriyle geriye doğru atarlar konuşurken, nerden geldiği belli olmayan tebessümler gözlerinin kenarındaki incecik çizgilerde bahar çiçekleri gibi gezinir.
Erkekler daha bir çalımlı yürür, bir canlılık gelir hallerine, bir bitirimlik, bir delikanlılık, bir kendine güven, bir “ben erkeğim” edası, bir “dünyanın bütün kadınları bana helal” kostaklanması…
Hayat, taç yapraklarını açar.
Bir “bahar ayini” başlar.
Mucize yeniden gerçekleşmiştir.
Kırıştırmanın, gülüşmenin, sevişmenin, aşkın, bir daha, bir daha yeniden doğmanın mevsimidir bu.
Bu yıl İstanbul’a bahar erken geldi.
Ve ben bir daha fark ettim ki artık sokaklar çiçek koksa da, kuşlar ötüşse de bu toplum aşkın kokusunu taşımıyor teninde.
Yanlış yerinden kırılmış bir dal gibi bir türlü canlanamıyor.
Aşktan konuşmuyor.
Genç kızlar gülüşse, hanımlar saçlarıyla örtülü bir şuhlukla oynasa, erkekler bitirim çalımlarla yürüse de bütün bunlar duvara asılı bir tablo gibi cansız duruyor, hayatı doldurmuyor, donuk kalıyor.
Biz böyle değildik.
En zor zamanlarda, en acılı dönemlerde, en karanlık çağlarda bile şiiriyle şarkısıyla, şakası türküsüyle aşık bir yanımız hep vardı, en koyu siyahlara boyandığımızda bile bir kırmızımız, bir eflatunumuz, keskin bir yeşilimiz, eğlenceli bir mavimiz olurdu.
Bütün renklerimizi kaybettik.
Kirli bir gri, kimliksiz bir kahverengi her yeri kapladı.
Şiirden, şarkıdan, aşktan, sanattan nefret eden, bencil ve çirkin bir nefret topluma hükümran oldu.
Bugün bu ülkede sadece tek tek insanları öldürmüyorlar, bir toplumu öldürüyorlar, bir toplumun köklerine zakkumlu sular döküyor, damarlarını kezzapla büzüştürüyorlar.
Buna razı olmamalıyız.
Kışı yaşayan bir ağaç gibi öldük, baharı yaşayan bir ağaç gibi dirilebiliriz.
Bunun için önce isyanı keşfetmeliyiz… İsyanla dolmalı ruhumuz.
Onlar ölümle mi geliyorlar, biz hayatla karşı çıkmalıyız.
Onlar nefret mi saçıyorlar, biz aşık olarak cevap vermeliyiz.
Onlar zorbalık mı ediyorlar, biz fütursuz kahkahalarımızı yüzlerine çarpmalıyız.
Onlar herkesi düşman mı ilan ediyorlar, biz yeni dostlar edinmeliyiz.
Onlar herkesi bölmek mi istiyorlar, biz tüm ezilenlerle bütünleşmeliyiz.
Onlar kapkaranlık bir kötümserlik mi yayıyorlar, biz iyimserlik bayraklarını gönderlerimize çekmeliyiz.
Onlar barbarca nutuklar mı atıyorlar, biz şenlikli şarkılar söylemeliyiz.
Onlar kadınları kapatmak mı istiyor, biz şehvetli öpüşmelerle direnmeliyiz.
Onlara bakmalı, onları görmeli ve asla onlara benzememeliyiz.
İsyan kendi ruhumuzda başlamalı.
Ama önce yaralanan, örselenen kendi ruhumuzu sağaltmalıyız.
Yaralı bir ruh, bir başka yaralıya yardım ederek iyileşir.
Onlar Kürtleri mi öldürüyor, çoluk çocuk demeden, bebek kadın demeden, yaşlı genç demeden mi öldürüyor, bodrumlarda alev makineleriyle mi yakıyorlar, ölülerini bile tanıyamıyor mu sevdikleri… Biz işte o zaman ölenlere, öldürülenlere sahip çıkmalı, onları öldürenlerle aynı yerde durmamalıyız.
Onların nefretini, onların vahşetini paylaşmamalıyız.
Onların nefretini paylaşırsak, onlardan ne farkımız kalır?
Onların cinayetlerini onlarla beraber alkışlarsak, nasıl onlardan ayrılır, nasıl isyan ederiz?
Güçsüz olanın yanında durmadan isyan edemez, güçsüz olanı desteklemeden iyileşemezsiniz.
Bir şiir, güçsüzlerin yanında durduğunuzda şiir olur, bir şarkı, vurulan bir bebeğin hakkına sahip çıktığınızda güzel söylenir, bir sevişme kendinizi de beğendiğinizde iyi bir sevişme olur…
Ve kendinizi ancak zor olanı, cesaret isteyeni, haktan yana olanı yaptığınızda beğenirsiniz.
Onlar insanlıktan çıktıysa biz insanlığa dönmeliyiz, onlar öldürüyorsa biz yaşatmalıyız, onlar nefret ediyorsa biz sevmeliyiz, onlar saldırıyorsa biz korumalıyız.
Kürt çocuklarının gözlerine bakmalı, o çocukların dehşet dolu seslerini duymalıyız.
Onlar fikirlerinden dolayı insanları hapse atıyorsa, habercileri zindanlara dolduruyorsa, bu baskının bütün kurbanlarının yanında dimdik durmalıyız.
Zor durumda kim varsa biz onun omuz başında dikilmeliyiz.
Yaralı bir ruh böyle iyileşir.
Bir ölü böyle canlanır.
Ölen, yaralanan, kapanan ruhlarımızla yaşamayı reddetmeliyiz.
Onlara benzedikçe daha çok öleceğimizi bilmeliyiz.
İsyanın zamanı geldiğini anlamalıyız.
Ve unutmamalıyız ki bir isyanı kadınlar başlatır.
Zayıflara, zebunlara, güçsüzlere, vurulan çocuklara, öldürülen gençlere, haksızlığa uğrayanlara, zindanlara atılanlara ilk sahip çıkacak olan kadınlardır.
Bir damla erkekliği alıp ondan bir canlı yaratarak insanlık zincirinin mucize dolu halkalarını oluşturan kadınlar, bu mucizelerinden dolayı “şefkatle” kutsanmışlardır.
Şefkatinizi kaybedersiniz, annesi sokak ortasında vurulmuş bir çocuğun gözyaşları karşısında içiniz titremezse, bir daha asla güzel bir şekilde gülemezsiniz, kahkahalarınız zehirlenir.
Onlara benzersiniz….Onlara benzedikçe ruhunuz ölür, gülüşleriniz solar, cildiniz merhametsiz suçlarla kırışır.
Erkeklere erkek olmayı siz öğreteceksiniz.
Erkekler, kadınlar olmadan erkekliğin ne olduğunu bile bilemez.
Önce kendi ruhunuzu kendi şefkatinizle iyileştireceksiniz ki erkeklerinizi erkek yapın.
Elinizi bir erkek gibi tutabilsinler, yüzünüze bir erkek gibi bakabilsinler, “ben bir erkeğim” diye güvenli ve çocukça böbürlenmelerle size neşelendirsinler.
Sadece insanları değil, şefkati, merhameti, sevgiyi, şiirleri, şarkıları, kadınlığı, erkekliği, aşkı öldürüyorlar.
Isyan etmeyecek misiniz?
Güçsüzlere sahip çıkmayacak mısınız?
Vurulan çocukların yasını tutmayacak mısınız?
Haksızlığa karşı direnmeyecek misiniz?
Erkeklere erkek olmayı öğretmeyecek misiniz?
Saçlarınızı elinizle geriye atıp gülmeyecek misiniz?
Yaralı ruhlarınızı, başka yaralılara yardım ederek sağaltamayacak mısınız?
Sarışın mimozalar açtı, nergisler, menekşeler geldi, çıtır güller, yeşil yapraklar belirdi, kuşlar ötüyor, diri ve taze bir koku var havada.
İsyanın, aşkın, gülüşün ve dirilişin mevsimi.
Yeniden şiirlerimize, şakılarımıza, renklerimize, sevinçlerimize kavuşmalı, yeniden yaşamalı, hayatı bir daha keşfedip, hayat için bir daha dövüşmeliyiz… Şimdi vakittir.
Ve şu kadim suali hiç unutmamalıyız:
“Şimdi değilse ne zaman, siz değilseniz kim?”(Haberdar)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.