Cemaat-hükümet tartışması alabildiğine sürüyor. Ve ülkedeki hakim kutuplaşmanın koşullarına tabi oluyor.
Hükümete mesafeli duranlar cemaate daha yakın tavır alırken, hükümete yakın duranlar cemaate yönelik eleştirileri dillendiriyorlar.
Cemaate yakın analizler hükümetin girişimini sivil alana müdahale olarak görüyor, bu müdahaleyi hükümete yönelik (otoriterleşme) gibi cemaat eleştirilerine bağlıyorlar.
Hükümete yakın analizler ise kah Başbakan'a ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir yıpratma girişiminin altını çiziyor, kah cemaatin paralel devlet örgütlenmesi olduğunu ima edip hükümetin hukuk devleti istikametinde hareket ettiğini söylüyorlar.
'Hükümet ile Cemaat' başlıklı bir yazıyla bu konuda görüşlerimi açıkladım.
Ancak süregiden bu tartışma daha fazlasını gerektiriyor.
Önce düzeltilmesi gereken bir kaç yanlış var:
İlki şu: Yaşanan sivil bir yapıyla siyasi güç arasındaki bir çekişme değildir, tersine 'iki siyasi doku' arasındaki bir mücadeledir.
Gülen cemaatinin bir katmanı, sosyolojik bir dokuya, sivil bir yapıya elbet işaret eder.
Ancak diğer ve gitgide öne çıkan bir katmanı güç ve etkinlik arayan bir siyasi yapılanmayı ifade eder.
Nitekim bir sivil toplum örgütünün, mütevelli heyeti, öğretim üyeleriyle kendi denetiminde 100 üniversite hedefine sahip olması, diğer ifadeyle yüksek eğitimde tekel peşinde koşması, devletin kritik birimlerinde özellikle örgütlenmesi, adliye ve yargı alanında kendi cemaat duruşuna has bir strateji izlemesi, hukuk devleti ve demokrasi açısından hiç bir şekilde geçiştirilemeyecek konulardır.
İkincisi şöyle: Bugün yaşanan sorun, cemaat ve hükümetin Kürt meselesinden dış politikaya ve Başbakan'ın söylemlerine makro siyasi konularda farklı bakışlara sahip olmasından kaynaklanmıyor.
Düne kadar birlikte hareket eden ve birbirini (yapılanma dahil) her anlamda iyi tanıyan ve tamamlayan bu iki dokunun hakimiyet kavgasından ileri geliyor.
Üçüncü husus: Çerçeve ve geçmiş buysa, hükümetin attığı adımların, yaptığı tasfiyelerin doğrudan hukuk devleti tesis etmek niyeti taşıdığını söylemek safdillik olur.
Ancak bu adımlar şu ya da bu şekilde cemaatle ilgili olarak ve kısmen o sonuca kapı açabilirler. Ne var ki, bu, adımların şeffaf, güç ilişkilerinden uzak olmasıyla mümkün olur.
İki yıl öncesine gidip MİT krizi döneminde bir röportajda (Ruşen Çakır - Vatan) söylediklerimi tekrarlamak isterim:
'Cemaat sınırlarına çekilip, şeffaflaşmalıdır.
Şeffaflaşma tüm cemaat mensuplarının listesini sağa sola vermek değildir. Şeffaflaşma, doğru olan, meşru olan yerlerde faaliyet yapmaktır. Cemaat mensubu olmak meşrudur. Bir cumhurbaşkanı da, bir polis de cemaat mensubu olabilir.
Ancak o kamu görevlisi ya da polis elinde tuttuğu kamu gücünü, kamu çıkarı için değil de ait olduğu cemaatin çıkarları için kullanmaya başlarsa burada ahlak sınırları da, kanun sınırları da cemaat ve gelenek sınırları da aşılır. Ve paralel bir örgütlenme ortaya çıkar ki bu gayrimeşrudur.
Toplumsal olarak cemaat ve onun parçası olmak ne kadar meşruysa bu tür bir örgütlenmenin varlığı gayrimeşrudur.
Bu durum, bugünkü yapı, ülkeyi hukuktan, demokrasiden uzaklaştırıyor. Cemaat kendi gücünü koruyabilmek ve artırmak için otoriterleşme araçlarını devreye sokmaya başlıyor...
Cemaat kendisine soru sormayı, şeffaflaşmayı becerebilir mi, bilmiyorum, ama içerde 'kaçaklar' varsa, bütün bu yaşananlar cemaate 'Ne oluyor, nereye gidiyoruz?' sorusunu sorduruyorsa bir geri çekilme olur.
Sordurmuyorsa şurası açıktır ki siyasi iktidarın kararlılığı cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecektir.
Siyasi iktidarın bundan böyle gerek Emniyet'te, gerek yargıda, otonom, eşit iktidar talep eden yapılara müsaade edeceğini sanmıyorum...'
Velhasıl ne eğitim meselesi, ne sivil alan tartışması, ortada Türkiye'yi uzun süre meşgul edecek ve gitgide açık hale gelen bir gerginlik var.
Bu, yeni Türkiye'nin yeni siyasi farklılaşmalarından ve önemli gerginliklerinden birisidir...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.