Demokratik bir ülkede, ülkenin önde gelen bir gazetesi ile önde gelen bir televizyonunun yayın yönetmenlerini siyasi gerekçelere dayanan bir soruşturmayla gözaltına almak doğal bir durum değildir.
Gazetecilerin gözaltına alınması ve alınma biçimi, özellikle muhalif bir konumdaysalar, gözaltına alınma nedenini geride ve gölgede bırakır.
Üstelik ülkede yargı-siyaset ilişkilerinde ağır bunalım yaşanıyorsa, yargı siyasi mücadelelerde bir hesaplaşma aracı haline gelmişse ve bunun pek çok açık kanıtı ortadaysa, iç ve dış kamuoyu açısından gölgenin yerini derin bir şüphe alır.
Ekrem Dumanlı, Hidayet Karaca ve çalışma arkadaşlarının pazar günü gözaltına alınmasının, özellikle alınma şeklinin ve bu gözaltının tutuklamayla sonuçlanacağı kanaatinin estirdiği hava da böyle olmuştur.
Dumanlı ve Karaca birer gazeteci...
Ancak aynı zamanda Gülen cemaatinin aktif üyeleri ve meyda gruplarının yöneticileri...
Gülen grubu ise AK Parti muhalifleri ne kadar görmezden gelirse gelsin, devlet içine yayılmış, yasa dışı hareket eden, Opus Dei nitelikli bir grup...
Bu gruba karşı siyasi iktidar ve devletiyle tüm sistem teyakkuza geçmiş durumda. Çeşitli soruşturmalar, emniyet ve adliyenin cemaatin aktif unsurlarından temizlenme çabaları, teşhir gayretleri birbirini takip ediyor.
Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonu yöneticilerinin gözaltına alınması da, madalyonun diğer yüzüne baktığınız zaman, bu sürecin bir parçasıdır.
O zaman karşımızda “iki uçu keskin bıçak” var demektir.
Gülen cemaatinin devlet içinde örgütlenme biçimi ve eylemlerinin hukuk devletinin tüm ilkeleriyle çeliştiği, demokrasinin önünde ciddi bir sorun oluşturduğu, sistemin otoriterleşmesinin ve devlet faaliyetlerinin keyfileşmesinin temel unsurlarından birisi olduğu her akli selim sahibi için açıktır.
Buna karşın bu yapıya karşı verilecek mücadelede hukuk ve demokrasi sınırlarının zorlanması da en az bu yapının kendisi kadar kabul edilemez bir durum oluşturmaktadır. Ve sonuçları itibariyle hukuk devleti ve demokrasiye ilişkin benzer bir tahribat yapmaktadır. Nitekim HSYK Yasası'nda yapılan değişiklikler, Bank Asya’yla ilgili önlemler bu tür bir tahribata işaret etmektedir. Olağanüstü tedbirlerin sıradanlaşması ve daimileşmesi riskini üretmektedir.
Son operasyonu da bu çerçeveye oturtmak, çifte otoriterleşme baskısının iki yönünü teslim etmek gerekir.
Bu açıdan bakıldığında soruşturma hali ne kadar doğalsa, dizi senaristlerinin soruşturmaya dahil edilmesi ve gözaltı işlemi siyasi, simgesel, hukuki her anlamda yanlıştır. Suçun ve suç ithamının şahsiliğinin ötesine geçildiğine ve özgürlüklerin hedeflendiğine dair bir kanı uyandırmaktadır.
Ancak bu tablo, Türkiye’de AK Parti karşıtı kesimde ve Batı kamuoyunda öne çıktığı gibi, “muhalifleri bastırma operasyonu”, “yolsuzlukların intikamı”, “diktatörlüğe koşu” gibi eleştiri, açıklama ve tutumlara indirgenemez.
Anayoldan sapmamak gerek.
Cemaat, polis ve emniyetçileri üzerinden, Balyoz, Ergenekon gibi davaları kendi çıkarları ve hedefleri çerçevesinde kullanmış, haklı ve doğru kimi ipuçlarına, yanlış ve sahtelerini ekleyerek yargıyı güçlenme ve bir hesaplaşma aracına çevirmiştir.
Cemaat, polis ve emniyetçileri üzerinden, kendisini gören ve eleştiren kişileri Post-Ergenekon sıfatıyla hedef almış, sahte delil ve suçlamalarla tutuklamış ve zihniyet avını tahrik etmiştir.
Cemaat, polis ve emniyetçileri üzerinden, Türkiye’nin Kürt sorunu ve benzer konularda alternatif politikalar üretmeye soyunmuş, KCK operasyonlarına bile şekil vermiştir.
Cemaat, polis ve emniyetçileri üzerinden, hükümetle hesaplaşmaya soyunmuş 7 Şubat 2012 operasyonunu gerçekleştirmiş, 17-25 Aralık’ta, ele geçirdiği yolsuzluk dosyalarını kullanarak ve yıllardır biriktirdiği yasa dışı dinlemeleri piyasaya sürerek iktidarı alaşağı etmeye soyunmuştur.
Cemaat, polis ve emniyetçileri üzerinden, sistem üzerinde denetim kurmak için binlerce insanı resmi yetkileri kullanarak usülsüzce dinlemiştir.
Cemaat basını ise tüm bunlarla ilgili kamuoyu oluşmasını yönlendiren merkez olmuştur.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.