Yazı biraz uzun. Makale boyutunu aştı. Aslında uzun zamandır biriktirdiklerimi, daha doğrusu sosyal paylaşım sitelerinde ağırlıkla ikili tartışmalarda dile getirdiğim görüşlerimi, eleştirilerimi bir yazıda toplamaya çalıştığım için böyle uzun bir yazı ortaya çıktı.
Yazıda çoğunlukla güncel değerlendirmeler var. Bazı güncel değerlendirmeleri geçmişle bağlantılar yaparak yazdım. Yazıda aynı kişiye dönük hem eleştiriler, hem övgüler var. Candaş Tolga Işık’tan, Şivan Perwer’e, Orhan Miroğlu’na, Murat Batgi’ye ve Rojin’e; TRT 6’ten diğer Kürtçe kanallara kadar bizi ilgilendirdiğine inandığım bir çok olguyu iç içe, bazen de karıştırarak yazdım. Ama en nihayetinde kendi yargılarımı, kendi görüşlerimi kaleme aldım. Umarım sıkıcı bir yazı olmaz, kendini okutur.
Candaş Tolga Işık’ın özrü...
Biliyorsunuz, bir önceki yazımda, Candaş Tolga Işık’ın Posta gazetesindeki yazısına istinaden Işık’ın tutumunu ‘ucube’ olarak değerlendirmiş ve Kürtlerin bu yazıya tepkisiz kalmaması gerektiğini söylemiştim. Hakkını da vermek gerekir ki hiçbir ayrım gözetmeksizin neredeyse Kürtlerin politize olmuş kesimlerinin tümü Candaş Tolga Işık’ın yazısındaki ırkçı nüvelerden yola çıkarak organize bir tepki gösterdiler. Star gazetesindeki ‘Ker-Kürt’ başlıklı yazıdan daha organize ve etkili bir tepki vardı.
Elbet bu tepkinin gelişmesinde sosyal paylaşım sitelerinin büyük etkisi oldu. Bunun yanı sıra tepkiyi abartıp küfre vardıran, belden aşağı vuran, daha doğrusu tepki göstereyim derken, ırkçılığın, edepsizliğin alasını yapan, bir başka deyimle baltayı kendi ayağına vuran da çok oldu. Ne yazık ki bu türden tepki verenlerin oranı neredeyse organize tepki verenlerden daha fazlaydı. Bunların önemli bir bölümünün sadece sanal alemde, internet başında zaman geçirenler olduğuna, hayatla bağlarının olmadığına, dolayısıyla tepkilerini edebiyle gösterenlerle bir ilgilerinin olmadığına inanıyorum. Ancak buna rağmen bu gerçekliğe dikkat çekilmesi gerekiyor. Toplumun önde gelenlerinin, kanaat önderlerinin, yazar ve aydınların, siyasal yapıların yöneticilerinin dikkatli davranması, önemsemesi gereken noktalardan biri de, sanırım bu gerçekliktir.
İnternet medyasını takip edenler görmüşlerdir. Bazı sitelerde Candaş Tolga Işık’ın Kürt olduğunu, -hatta hiç gereği yokken- Kürtlüğünün öyküsünü detaylandıran, ailesiyle ilgili kulaktan dolma bilgileri yazan arkadaşlar da oldu. Kendi adıma bu türden yazıları doğru bulmadım ve doğrusunu söylemek gerekirse hiç mi hiç önemsemedim. Önemli olan Candaş Tolga Işık’ın yazdıkları ve yazdıklarından çıkan sonuçtu. Bilerek ya da bilmeyerek, sonuçta yazdıkları iğrençti ve ırkçı bir yaklaşıma tekabül ediyordu.
Bu tartışmaların yaşandığı dönemde, üyesi olduğum bir internet grubunda (Diwanxane Google Groups) Candaş Tolga Işık ile özel yazışmalarını paylaşan grup üyesi bir arkadaşın, Nevzat Yünaçtı’nın yazısından, Candaş Tolga Işık’ın yaşananlara ilişkin değerlendirmelerini de okudum. Candaş Tolga Işık bu arkadaşla yazışmalarında, Kürt olduğunu reddetmiyor. Yazısına dönük tepkilerden sonra geriye dönük baktığını ve yanlış anlaşıldığını, daha doğrusu kastının yazıdan anlaşılan olmadığını anlatıyor.
Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim. Bu yazışma notlarını okuduktan sonra Candaş Tolga Işık’ın özründe de, bir müddet yazmayarak, televizyon programı yapmayarak “yazınsal dinlenmeye” çekileceğine olan inancında da, samimi olduğu hissine vardım. Gerçi bu yazışma notlarında hala kendi yazısından bizim anladığımız anlamı çıkarmamakta ısrarlı davranıyor. Deyim yerindeyse kendi yazdığını anlamamakta direniyor. Ama olsun, buna rağmen gazetedeki sütununda yayınladığı ilk özür metninde olmasa bile Nevzat Yünaçtı ile yazışmalarında dillendirdiği özürde içten ve samimi.
Bu özel yazışmaları okuduktan sonra Posta gazetesindeki köşesinde kaleme aldığı yazıdaki asıl amacının, anlaşılan olmadığını görebiliyoruz. O farklı bir boyuta dikkat çekmek isterken yazı ustalığına soyunmak istemiş, bunu da yüzüne gözüne bulaştırmış. Candaş Tolga Işık’ın yazdıklarının organize ya da bilerek yapılmış bir şey olmaktan öte, biraz da Posta’nın okur kitlesinin ortalama zihnine hitap etmek için kaleme alınmış bir yazı acemiliğinin sonucu olduğunu söylemek mümkün. Candaş Tolga Işık’ın özel yazışmasından kısa bir bölümü paylaşınca birçok arkadaşın da benimle benzer düşüneceğini sanıyorum.
Candaş Tolga Işık Nevzat Yünaçtı ile özel yazışmasında şunları söylüyor: “Ben ülkede Kürt olmak şöhret kazandırmaya başlayınca, ‘Biliyor musunuz ben de Kürdüm’ diye ortaya çıkan o çakma Kürtlerden değilim. Bugün kendilerince bölge halkı adına yazıp çizdiğini söyleyen ama alınlarında 12 Eylül işbirlikçisi, Kürt insanını kör kuyulara atan faşist güçlerin izini taşıyan, bugün iktidarın dümen suyuna gitmek için Kürtçü takılan ama işyerlerinde Kürtlere ambargo koymuş o aşağılık heriflerden de değilim! Hiç kimse merak etmesin, ben kendi programında Kürtçe türkü çalacak, yazılarımda Kürtçeyi destekleyip, Kürtlere yönelik asimilasyona karşı duracak ve bugün Kürtleri kullanmaya çalışan o tayfanın cesaret edemediği kadar Kürtleri konuşacak ve konuşturacak kadar aslıma ve soyuma sahibim ve sahip olacağım.”
Aslında, Candaş Tolga Işık üzerine yeniden bir şeyler yazmayı düşünmüyordum. Özel yazışmasındaki notları da okuyunca, Candaş Tolga Işık’ın bilmeyerek, istemeyerek açtığı bu defterin kapanması gerektiğine inandım. Bu vesileyle direk Candaş Tolga Işık ile ilgili olmasa da, Kuzey Kürtlerinin tepki gösterme yaklaşımına dikkat çekmek için bu örneği değerlendirmeye ihtiyacım vardı. Ayrıca tepkilerden sonra ciddi bir geri adım atan ve inanarak özür dileyen biri de var karşımızda. Tepki kadar, tepki karşısında olumlu tutum geliştirenin hakkını da vermek gerekir, inancıyla, yazıya Candaş Tolga Işık’tan başlama gereği duydum. Bu durum sanırım, ahlaki bir sorumluluktur da...
Tepki mi küfür mü…
Bu belirlemeden sonra dikkat çekmek istediğim noktalardan bir diğerine, Türkiyeliler dahil doğu toplumlarının neredeyse geneline sirayet eden bir tepki kültürüne, özellikle de biz Kuzey Kürtlerinin tepki kültürüne dikkat çekmek istiyorum.
Biliyorsunuz, bugünlerde Şivan Perwer’e dönük geliştirilen tepkiler de var. Bazı siyasal aktörlerin verdikleri demeçler, Kürt köşe yazarlarının sonunu düşünmeden kaleme aldıkları yazılar, ne yazık ki tepki kültürümüzdeki olumsuzluğu destekliyor. Buna dikkat çekmek, tepki göstermek ile düşünce ve örgütlenme özgürlüğü arasındaki ilişkiyi de bu vesileyle olanaklarım elverdiğince irdelemek istiyorum. En nihayetinde ciddi mağduriyetlerimiz olsa bile “sadece kendimize Müslüman” olmamamız, daha da önemlisi artık mağduriyetlerimize sığınarak adım atmamamız gerektiğini düşünüyorum.
Geçtiğimiz günlerde Şivan Perwer Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile yan yana geldi. Şivan Perwer’in Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile görüşmesini, TRT 6’e dönük görüşlerini gerekçe göstererek tepki gösteren bir kesim var ki bu kesim içinde belden aşağı vuranların sayısı hiç de azımsanamaz. Şivan Perwer’e belden aşağı vuranların önemli bir bölümü PKK’ye yakın duran Kürtler. Bu kesimin gençleri benzer tepkiyi daha bir müddet önce Taraf gazetesi ve Ahmet Altan için yapmışlardı. TRT 6’in ilk açıldığı günlerde Rojin başta olmak üzere TRT 6’te program yapan ya da bu televizyona konuk olarak katılan herkese de tepkiden öte hakaret düzeyine varan tepkiler gösterdiler. Özellikle Rojin’e gösterilen tepkiler, tepki boyutunu aşıp tehdide vardı. Bazı Kürt kurumları işi abartıp Taksim Meydanında basın açıklaması yaparak Rojin ve Nilüfer Akbal’ın şahsında kendileri gibi düşünmeyen herkesi ihanetçi ve cahş ilan etmeye kadar götürdüler. Son yaşananlardan biri de Urfa’da HAK-PAR’lı gençlere dayak atılması olayıdır. TRT 6’in bir programına yardımcı oldukları veya katıldıkları iddiasıyla BDP’li oldukları belirtilen gençler Urfa’da HAK-PAR taraftarı üniversiteli bir grup gence saldırdılar. BDP’li gençler ‘tepkilerini’, HAK-PAR’lı gençleri devletle işbirliği yaptıkları suçlamasıyla tartaklayarak gösterdiler.
Elbet daha kötü örnekler de var. Kötüsüyle, kötünün iyisiyle bu tür örnekleri artırmak mümkün.
12 Eylül’ün ilk yıllarında Kürt gençlerini neler etkiliyordu…
Şivan Perwer’e dönük hakaret ve küfür içeren tepkiler ile Şıvan Perwer’in ikircikli tutumunun sonuçlarını değerlendirmeden önce Yılmaz Güney, Şivan Perwer, Melike Demirağ, hatta Cem Karaca gibi yurt dışına kaçan sanatçıların en azından 12 Eylül’den sonraki ilk birkaç yılda devrimci, ilerici insanlar arasında nasıl bir etki oluşturduğunu kendi yaşadıklarım üzerinden örneklendirerek anlatmak istiyorum. Bu anlatımlarımı da, yine üyesi olduğum Diyarbakır Yahoo Groups üzerindeki bir bilgilenme sonrasında kaleme aldım.
Diyarbakır Yahoo Groups’ta yazar İlhami Mısırlıoğlu, Şivan Perwer’in Arınç’a dillendirdiği Türk sanatçılarla konser isteğinden yola çıkarak 1985 yılında organize ettikleri Kırmızı Karanfil Müzik Festivalini anlatıyor. Mısırlıoğlu bu yazısında, Şıvan’a ilk kez bir Türk sanatçıyla düet yaptıranın kendisi olduğunu belirtiyor.
İlhami Mısırlıoğlu’nun yazısını okuduktan sonra ben de eskilere gittim. Onların Melike Demirağ, Şivan Perwer ve çokça sanatçımızın katılımı ile Lahey'de Kırmızı Karanfil Müzik Festivalini yaptıkları yıllarda, ben de Dicle Üniversitesinin gecikmeli öğrencilerinden biriydim. 1985 yılının Nisan ayının ortalarına doğru okul kantininde otururken dört bir tarafım sarıldıktan sonra ağır bir dayak ile gözaltına alınmış ve emniyet müdürlüğüne götürülmüştüm. Gözaltına alınmam keyfiydi. Sorguda hissettim ki "Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. Bu mutlaka bir şeylerle uğraşıyor, bir bakalım nelerle uğraşıyor?" düşüncesiyle gözaltına alınmışım. Gözaltında, lise yıllarından kalma eski birkaç şey sordular. Ciddi hiçbir bilgi yoktu, ellerinde. Gözaltına alınmadan bir iki hafta önce Diyarbakır'ın Şehitlik semtinde bir öğrenci evinde, bodrum katında birkaç arkadaş ile birlikte mum ışığında Newroz'u kutlamıştık. Masumane kutladığımız Newroz’a katılan arkadaşlardan birinin yakalandığı ya da bilerek veya bilmeyerek bu bilginin emniyete ulaşmasına neden olduğu gibi bir kaygım vardı. Bu eylemimiz ile ilgili tek şey sorulmadı. Kaba dayak, falaka, açlık ve soğukla terbiye etmeye kalktıkları birkaç günlük gözaltı süreci yaşadım. Ama o birkaç günlük gözaltı bile insanı haşat etmeye yetiyordu. Diyarbakır Seyrantepe'deki Kurdoğlu Kışlasında Askeri Savcılığa çıkarıldıktan sonra, akşam karanlık çökmek üzereyken serbest bırakıldım. Çıplak ayakla kışlanın nizamiye kapısındaydım. Eve gidecek halde değildim. Yol üzerindeki araçlarda pejmurde halimi görüp durmadılar. Tabanlarım falakanın etkisiyle şişmiş, ne ayakkabılarımı giyebiliyor, ne yere basabiliyordum. Nihayetinde zar zor da olsa kendimi Kurdoğlu Kışlasının karşısındaki pamuk tarlasına vurarak, Koşuyolu semtine çıktım, oradan da taksiyle eve ulaşabildim. Birkaç günlük istirahattan sonra yeniden okula döndüm.
Elbet 1985 yılı 12 Eylül'ün ilk birkaç yılı gibi, 1982-1983, hatta 1984 gibi bile değildi. Her geçen gün eskisine göre biraz daha iyi, biraz daha farklıydı. 1985’te toplumsal muhalefet tekil de olsa kıpırdanmaya başlamıştı. Özellikle İstanbul'da öğrenci gençlik hareketlenmeye başlamıştı. Öğrenci gençlik derneklerinin kuruluş çalışmalarının yürütüldüğü, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencilerinin ilk derneği kurduğu kulağımıza çalınıyordu. Ama Kürdistan'da tüm korkular alabildiğine devam ediyordu. Toplum öyle bir korku altında yaşıyordu ki bu korku sendromunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Özellikle üniversite gençliği ciddi bir baskı altındaydı. En küçük kıpırdanmaya bile fırsat vermiyorlardı. Bizlerde tüm ilişkilerini kaybetmiş, eski arkadaşlarıyla hal hatır bile sormaktan çekinir duruma düşmüş, zavallı ve çaresiz, ‘eski’ devrimci gençler durumundaydık. Sürekli bu ölü toprağını üzerimizden nasıl atarız, diye bir hindi edasıyla düşünüyor; yemek boykotu gibi masum isteklerle öğrencilerin tepki göstermesinden bile umutlanıyorduk. En ciddi devrimci etkinliğimiz, bir öğrenci evinde toplanıp yaptığımız ürkek sohbetlerdi. Aslında bu sohbetler bile riskliydi. O yıllarda herkes bir diğerine ajan, işbirlikçi gözüyle bakıyordu. Tanımadığımız hiç kimseye güvenemiyorduk. Cezaevinden bırakılmış insanlara bile şüpheyle yaklaşılıyordu.
O şatafatlı günlerde, 1985'in sonuna doğru yolum İstanbul'a düştü. Eski TKP'li bir arkadaşa rastladım. Hal hatır, sohbet derken, eğer Diyarbakır'a götürebilirsem bana bir teyp kaseti ile video kaseti verebileceğini söyledi. Güvendiğim bir arkadaştı. Birini iki etmedim, hemen kasetleri getirmesini istedim. Video kaset Yılmaz Güney'in Duvar filmiydi. Teyp kasedi ise Şivan Perwer’in bir konserinin kaydıydı. İlhami Mısırlıoğlu’nun yazısını okuduktan sonra öğrendim ki o kaset, Kırmızı Karanfil Müzik Festivalinin Lahey’deki kaydıymış. Biz Newroz'u bodrum katında mum ışığında kutlarken, Şanar Yurdatapan’da o kasetin kaydını, Avrupa’daki evinin bodrum katındaki küçük stüdyoda yapmış.
Dönüşte kasetleri beraber Diyarbakır'a getirdim. Onların Diyarbakır'a ulaştırılması bile ciddi bir riskti.
Bana her zaman yardım yataklık yapan yengemin onayıyla, Duvar filmini ve Şivan Perwer’in konser kaydını ilk kez abimin evinde izledik/dinledik. Sadece eşim (Üniversitede öğrenciyken evliydim), yengem ve ben vardık. Bu ürünleri mutlaka güvendiğim arkadaşlarımla da paylaşmalıyım, onlara da izletmeliyim/dinletmeliyim diye düşündüm. Yengemi ve eşimi zar zor ikna ettim. Anama da bilgi vermek zorundaydım. Evimiz altlı üstlüydü. Ondan bir şey gizleyerek adım atmamız mümkün değildi. Anam karşı çıkıyordu. Onu zar zor ikna edebildim. Rahmetli babamdan ise kesin ölçülerde saklıyorduk. Onun, bu türden bir girişimi kabullenmesi mümkün değildi. Abim, tam bir Diyarbakır kalenderi, "Babam, bişey başınıza gelmesin, ne yapisiz yapın," derdi, o hep. Ailem yardım ettiği sürece risk azdı. Ama yakalanma durumunda tüm aile cezaevini boylardık demem, o yılları bilenler açısından abartı olmasa gerek. Bu durumda da elbet tüm 'suçu' üstlenecektim. Bunda da anlaşmıştık.
Güvendiğim öğrenci arkadaşlarımı ikişer-üçer abimin evine getirdim. Her bir arkadaşa önce evi gösteriyor ve dikkat çekmeyecek biçimde ayrı ayrı eve gelmelerini sağlıyordum. En nihayetinde 15-20 arkadaşa Şivan Perwer’in Melike Demirağ’la düet yaptıkları konser kaydını kasetten dinletip Yılmaz Güney'in Duvar filmini izletmiştim. Arkadaşları takiben ailemin diğer efratlarının, amca çocuklarımın, dayılarımın, bunların çocuklarının, yeğenlerimin de filmi izleyip, kaseti dinlemelerini sağladım. Filmin izlenmesi, kasetin dinlenmesi 12 Eylül'den sonra yaşamımdaki en büyük devrimci eylemdi.
Her ikisinin, ben ve izleyen/dinleyen herkes üzerinde bıraktığı etki, inanılmazdı.
Yeniden örgütlenmenin nüveleri...
Belki birilerinin aklına gelebilir; "O yıllarda PKK dağdaki gerillalarla bir mücadele vermeye başlamıştı. Bunun etkisi yok muydu?" diye sorabilir. Elbet, kulağımıza çalınan 'şehir efsaneleri' vardı. Bunların da üzerimizde bıraktığı etkilerden söz edebilirdik. Ama o yıllarda PKK'nin etkisi, ağırlıkla kırsalda yaşayan Kürtler üzerinde vardı. Devletin zulmünden bıkan Kürt köylüleri arasında PKK'ye katılımlar başlamıştı. Ancak PKK'nin etkisi henüz şehirlerde kendini göstermeye başlamamıştı. Şehirdeki gençler, özellikle de öğrenci gençler üzerinde en büyük etkiyi Diyarbakır Cezaevi bırakıyordu. Diyarbakır 5 Nolu’daki işkence ve zulümler, devrimcilerin katledilmesi, isyan ve öfkeyi gençler arasında giderek büyütüyordu. Sonraki yıllarda, özellikle cezaevindeki tutuklularla görüş olanakları rahatladığında, bu arada tutuklanan gençlerin bırakıldıktan sonra geliştirdikleri ilişkilerden de etkilenerek büyüyen bu isyan ve öfke nedeniyle, çok sayıda üniversite genci dağa çıkarak PKK’ye katıldı. Ancak 1984’ten sonraki birkaç yıl, gençlik üzerinde PKK’nin etkisinden çok Diyarbakır Czaevinde yaşananların, Yılmaz Güney ve Şivan Perwer başta olmak üzere Cem Karaca'dan Melike Demirağ'a, yurt dışına çıkmış onlarca tanınmış simayla ilgili yurt dışından kulağımıza ulaşan 'efsanevi anlatımların' daha ciddi etkiler bıraktığını, mücadele azminin kenetlenmesini daha çok bunların sağladığını söyleyebilirim.
1986’nın başlarında giderek ağırlığını hissettiren bu etkiler ve gelişen karşılıklı güven ortamı, bizi yeniden bir araya gelmeye, üniversite gençliği içinde örgütlenmeye ve tabi Kürdistan’da 12 Eylül’den sonraki ilk öğrenci derneğini kurmaya kadar götürdü. Artık eylemlilikler başlamış, bir iki ürkek yemek boykotu yerini büyük yemek boykotlarına, 1 Mayıs ve Newroz kutlamalarına, bırakmıştı. Bu arada gözaltılar, tutuklanmalar da olağanlaşmış, üniversite gençliği giderek daha fazla hareketlenir olmuştu.
Bunların ortaya çıkmasında, üzerimizdeki korkunun atılmasında, hiç kuşku yok Şivan Perwer ile Melike'nin 'Merhaba dostlar size / Merhaba dostno ji we re" kasedinin, Melike Demirağ'ın kendi yorumuyla seslendirdiği 'Serê çiya bi duman e" stranının, Yılmaz Güney'in Duvar filminin çok payı var. Bunlarla insanlara yeniden ulaşmış, öğrenci birlikleri oluşturmaya adım atmış, velhasıl kelam Diyarbakır'da, en azından gençlik içinde hareketlenmenin yeniden başlamasına vesile olmuştuk. 1987 yılına gelindiğinde, artık çok da illegal bir biçimde, bunca korunarak bir kaset dinlemek zorunda değildik. Ahmet Kaya'nın Şafak Türküsü kasetinin sesini okul kantininde sonuna kadar açıp, devrimci hocalarımızla katıldığımız pikniklerde marşlar eşliğinde halaylar çekmeye başlamıştık. Artık Nevzat Çelik'in, Yılmaz Odabaşı’nın şiir kitaplarını arkadaşlarımıza hediye edebiliyorduk. Diyarbakır'daki Cumhuriyet Kitap Kulübünden, henüz Kürtler ve Kürtçeyle ilgili yasaklar devam ettiğinden, daha çok sol tandanslı kitaplar alıp arkadaşlarla kitap paylaşımları yapabiliyorduk. Bunların bir adım sonrası da Medya Güneşi ile başladı. 1988 yılında yayınlanan Medya Güneşi dergisi, Kürt yayıncılığının 12 Eylül'den sonraki ilk ışığı oldu. Üniversitede gizli de olsa Medya Güneşi dağıtımı yapmak, siyasal kimliğimizle yeniden ortaya çıkabilmenin coşkusunu bize yaşatmıştı.
Tüm bunlardan şu da çıkıyor ki bunu da söylemek lazım: O zamanlar hepimiz ya Kürt devrimcisi ve sosyalistleriydik ya da Türk veya Arap devrimcileri ve sosyalistleriydik. Eski örgütlerimiz vardı. Ama Türk ve Arap devrimcisi arkadaşların küçük bir kısmı hariç -ki onlar örgütüydü, bizim gibi karabasan hareket etmiyorlardı,- geriye kalan Kürt, Türk ve Arap arkadaşların hiç birinin zihninde mevcut örgütlerden birinin klasik şablonu yoktu. Hepimiz kimin eskiden hangi örgütten olduğunu veya birlikte hareket ettiğimiz o günlerde dillendirmesek bile arkadaşlarımızın hangi örgüte sempati duyduğunu bilirdik, ama bunların hiçbirini ayrılık gerekçemiz yapmazdık. Hep birlikte, omuz omuza mücadele verirdik.
Tepkilerde insana ve emeğe saygı olmalı...
Bu anlatımdan sonra kısa bir anekdotla konumuza yeniden dönmekte yarar var.
Bugün, özellikle sanal ortamda, sosyal paylaşım sitelerinde tepki veren, daha doğrusu kendinden olmayana küfretmekten başka bir yol bulmayan Kürt gençleri, ne yazık ki onlarca yılın mücadelesi, birikimi ve emeğini bir çırpıda silebiliyor. İnsan bunlara üzülmüyor, değil. Sanal alemde, özellikle de Facebook’ta, onca takip etmeme rağmen ne düşündüğünü bile çıkaramadığım birçok genç, ne yazık ki Şivan Perwer'e, Taraf’a, Ahmet Altan’a, Rojin’e, TRT 6’e küfür etmenin serbest olduğu birçok sayfa açmışlar. Neredeyse günlerinin yarısını bu sayfalarda adı geçenlere küfrederek geçiriyorlar. Bu uygunsuz tepki sayfalarından, eleştirel bakış açısına rağmen şimdilik bir tek İsmail Beşikçi nasibini almamış, diyebilirim. Onun dışında neredeyse onlar gibi düşünmeyen herkese söylenen en hafif küfür ‘şerefsiz’dir. Bu sayfalarda çoğu ‘O.Ç’ ile başlayan küfürlerin bini bir para. Şivan Perwer'ı beğenmeyebilirsiniz, diğerlerinin bakış açılarını reddebilirsiniz, TRT 6 ile çalışanları, programlarına konuk olarak katılanları eleştirebilirsiniz, ama bunları yapanların emeğini inkar etme hakkına, hele onlara küfretme hakkına hiç mi hiç sahip değilsiniz.
Musa Anter'in meşhur bir sözü bu durumlarda hep aklıma gelir. Gencin biri Musa amcaya söyler, 'Siz ne yaptınız ki? Dağdakiler olmasaydı bugün hepimiz bitmiştik. Dağdakiler sıfırdan alıp bugünlere getirdi." Musa amca, sinirleri alınmış bir bilge mütevaziliğinde genci cevaplar: "Yeğenim, siz belki sıfırdan bugünlere getirdiniz. Ama unutmayın, birileri de sıfırın altından sıfıra kadar getirdiler."
Eleştiren, hatta küfreden bu gençleri yadırgamıyorum. En nihayetinde onlar genç olma haklarını sonuna kadar kullanıyorlar. Gençtirler, tepkiseldirler, dünyayı kendilerinin kurtaracaklarından adları gibi eminler. Onlara göre biri orta yaşı geçmiş, hele biraz da liberalize olmuşsa, kesin ihanet içindedir, komplocudur, çıkarcıdır. Ama bu gençleri örgütleyen, onların olumsuzluklarını görmezden gelen, hatta demeç ve yazılarıyla onları tetikleyen kelli felli adamlara, siyasetin deneyimli aktörlerine ne demeli? Bunlar, gençlerin bu tepkilerinin bir olumsuzlukta kendilerine de döneceklerinin farkında değiller mi? Yarın bir gün farklı adımlar attıklarında ya da farklı uygulamalara maruz kaldıklarında, aynı küfürnamelerle kendilerinin de karşılacağını bilmezler mi?
Kesinlikle rencide etmek için örnek vermiyorum. Ama bilinmesi açısından Murat Batgi’nin durumu iyi bir örnektir. TRT 6 açıldığında Taksim Meydanı’nda basın açıklamasını Murat Batgi okudu. TRT 6’e giden herkesin ‘Kültürel korucu’ olarak suçlandığı açıklamanın altında da BDP’ye yakın kültürel kurumların imzası vardı. Murat Batgi’nin bu açıklamayı inanarak okumadığını, kurumsal ilişki zorunluluğundan kaynaklı olarak okumak zorunda bırakıldığını, daha o günden tahmin ediyordum. Üstelik bu açıklamayı Murat Batgi’ye okutarak onun gibi yetenekli birinin TRT 6’e gitmesinin önünü de kesmişlerdi. Aynı Murat Batgi o günlerde ‘Kültürel Korucu’ damgasını yememişti. O günlerde ‘Kültürel Korucular’ Rojin ile Nilüfer gibi sanatçılardı. Ama Murat Batgi TRT 6’te ‘Ciran Ciran’ adlı sitkomda oynamaya başladığında çok daha ağır suçlamalarla karşılaştı. Kimse onun yıllardır verdiği emeği görmedi, görmek istemedi. Cebinde bir simit parası yokken bile şehir şehir dolaşıp bizlerin onlarca sayfada anlatamadıklarını, o eşsiz parodileriyle bir anda anlattığını, Medya TV’den yayınlanan seçim parodileriyle HADEP’e oy verme niyeti olmayan birçok insanın bile bu partiye oy verdiğini, daha da önemlisi TRT 6’e gittiğinde bile sonuçta kötü bir şey yapmadığını, sanatını, hem de kendi diliyle icra ettiğini hiç mi hiç hesaba katmadılar. Murat Batgi ile benzer bir süreci Orhan Miroğlu’da yaşadı. ‘Büyüklerinin’ dolduruşuna gelen tek bir Miroğlu yazısı okumamış gençler Orhan Miroğlu’nu sosyal paylaşım sitelerinde yerden yere vurdular. Akabinde Miroğlu’nun telefon tehditleri aldığı da basına yansıdı.
Elbet bu insanlar eleştirilemez, demiyorum. Ne Rojin ile Nilüfer, ne de Murat Batgi ile Orhan Miroğlu, hiçbiri eleştirilmez değil. Ama bunları eleştirirken de kahin edasında davranmaya gerek yok. Bu yönüyle, “Orhan Miroğlu Mersin’den milletvekili seçilseydi, PKK’ye böyle eleştirel bakar mıydı?” sorusu ile başlayan bakış açıları, bana pek anlamlı gelmiyor. Bunlar kehanettir, gerçekliği ifade etmez. Adını andığım arkadaşları tenzih ederim, ama bir yerlerde makam elde etmenin hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığını Diyarbakır Cezaevinde PKK sorumlusu iken, üstelik tahliyesine kısa bir süre kaldığında itirafçılaşan Abdülhakim Güven örneğinden biliyoruz. Bir gün önce PKK adına ‘kelle kesen’ Güven, ertesi gün PKK’lilerin kellesini isteyen devletin karanlık güçlerine hizmet etmeye başladı. Abdülhakim Güven koğuştan kaçıp teslim oluncaya kadar kim buna inanabilirdi?
İsim isim anmaya gerek yok ama cezaevinde, dağda, siyasal faaliyet sırasında benzer süreçleri yaşayan onlarca örnek var.
Peki Orhan Miroğlu milletvekili seçilseydi, ne olurdu? Belki de daha etkili bir mücadelenin içinde olurdu. Belki milletvekilliğine rağmen daha eleştirel bir bakış açısını savunurdu. Ama bunların hepsi belki ile başlayıp, öznel yargılarımız ile biten sözcüklerdir. Hiçbirinin, kehanet olmaktan öte bir işlevi, bir garantisi yok. Hatta değil Orhan Miroğlu veya adını andığım diğerlerinin, hiçbirimizin düşüncelerinin, davranışlarının yarın nereye varacağı konusunda garanti yok.
Şivan-Arınç görüşmesi, TRT 6...
Yeniden Şivan Perwer meselesine ve bununla bağlantılı TRT 6 olgusuna dönersek... Bu durum gerçekten üzerinde durulması ve değerlendirilmesi gereken bir olgu. Çünkü Şivan Perwer’in yaşadığı ikilemi, kafa karışıklığını ve bununla bağlantılı inandığını yaşama geçirememeyi, birçok Kürt sanatçısı, siyasetçisi, yazarı, edebiyatçısı da yaşıyor.
Şivan Perwer’in Bülent Arınç ile yaptığı görüşmeden edindiğimiz izlenim o ki Şivan Perwer’in korkusu devlet değil. Tam aksine, özellikle de Ak Parti’ye güven duyduğunu görüşme üzerine yapılan haberlerden, söyleşilerden anlamak mümkün. Şivan Perwer’in burada karşısına almaktan çekindiği kesim Kürtler arasında etkin bir kitleye sahip olan PKK çizgisidir. “Şartlar olgunlaşmamış,” derken, PKK çizgisinin kendisine dönük geliştireceği tepkileri kaldıramamaktan söz ediyor aslında. Bu tepkiden çekinen onlarca isim de gönüllerinden geçmesine rağmen TRT 6’in tekliflerini geri çeviriyor.
TRT 6 ile ilgili çok yazdım. Bu konuda hala aynı düşünüyorum. Kabul edilsin ya da edilmesin, TRT 6, Kürtler açısından olmasa bile devletin geldiği nokta açısından bir devrimdir. Kürtlerin ve Kürtçenin reddiyesinden, 24 saat yayın yapan bir devlet kanalına gelmek az bir adım değil ve bu adımın mimarı da Ak Parti’dir. Niyet ne olursa olsun, TRT 6’in açılması normalizasyona hizmet etmiştir. Üstelik ırkçı-milliyetçi bakışın gerilemesinde ciddi bir işlevi de olmuştur, TRT 6’in. Ama şu da bir gerçek, TRT 6 de sonuçta TRT’nin diğer kanalları gibi devlet kanalıdır ve devletin yayın politikasını yürütür. Hatta biraz daha zorlandığında görülür ki yalnız TRT kanalları değil, diğer özel kanalların önemli bir çoğunluğu da devlet kanalı gibi davranıyor ve devletin belirlediği sınırlar içinde yayın yapıyor. Kendi yağında kavrulan, zor koşullarda yayıncılık yapmaya çalışan izleyici kitlesi az birkaç kanalı saymazsak, Kürtçe kanallar da dahil yurt içinde Türksat üzerinden yayın yapan kanalların neredeyse tümü birbirinin kopyası.
Çok net diyorum; eğer böyle bir kanal yoğunluğunda kanallardan bazıları protesto edilecekse, bu kesinlikle Kürtçe yayın yapan kanallar olmamalı. TRT 6 ile Dünya TV’de dahil Kürtçe yayın yapan kanallar en son sırada protesto edilecek olanlardır. Bunları, elbet kanalların içeriğinden bağımsız yazıyorum. Tamamen kanalın diline endeksli bir bakış açısı ile değerlendiriyorum. Ayrıca şu da bir gerçek. Kim ne derse desin, dili Kürtçe olan bir televizyon, içerik olarak da Kürtlerin diline, kültürüne, edebiyatına en fazla hizmet eden televizyondur. Samanyolu TV’de akşama kadar dizileriyle Kürtlere hakaret eden çevrenin, Dünya TV’de bunun zerresini bile yapamadığını, tam aksine Kürt dili ve kültürüne hizmet ettiğini net bir biçimde görebiliyoruz.
Bir Kürt sanatçısı, gazetecisi, yazarı, edebiyatçısı, siyasetçisi eğer televizyona çıkacaksa hiç kuşku yok burada önceliği Kürtçe kanallara vermelidir. Bunlar arasında elbet bir tercih yapabilir. Bir Kürt yurtseveri açısından bu tercihini yaparken belirleyici olan para olduğunda, elbet eleştirmeliyiz. Ama bunun dışında, “Şu kanala gidersem PKK ne der? BDP nasıl değerlendirir? Bu kanalda konuşursam HAK-PAR ne düşünür? TEVKURD ne yapar?” gibi argümanlar belirleyici olmamalı.
Şivan Perwer’in ikilemi...
Şivan Perwer ne yazık ki böyle davranmadı. Örneğin Ciwan Haco daha ilk günden tercihini koydu ve işin maddi boyutunu göz ardı ederek, TRT 6’in iyi bir adım olduğunu ama kendisinin TRT 6’te yer almayacağını söyledi. Üstelik bu tekliflerden yola çıkarak kendisini de tartıştırmadı. Rojin, kendi sınırlarının olduğunu belirterek ancak bu sınırlar dahilinde çalışabileceğini söyledi. Sınırlarının zorlandığını gördüğü anda da kanalı bıraktı. Nilüfer ise istikrarını hiç bozmadan, bir iki küçük yalpalama dışında ilk günkü yaklaşımıyla şimdiye kadar yürümeyi başardı. Bunlar dışında diğerlerini saymıyorum. Çünkü her kesim gücünü daha çok popüler kültürden, Türkçeden değil de, Kürtlüğünden, Kürt siyasetinden alarak gelip TRT 6 ve Dünya TV’de program yapanları önemsedi. Kabul eder veya etmezsiniz, bu arkadaşlar olumlu ya da olumsuz birer tutum aldılar. Oysa Şivan Perwer bunu yapmadı. Şivan Perwer, içinden evet demek geçtiği halde hayır da demeden, sürekli kendini öne çıkaran bir söylemle, bazen ona bazen buna göz kırparak ikircikli davrandı, davranmaya devam ediyor. Son teklifi de kanaatimce kendini ön plana çıkaran, kendini merkeze koyan, ‘star kaprisinden’ başka bir şey değil.
Elbet Şivan Perwer’in Kürt halkının özgürlük mücadelesinde çokça payı var. Daha yazının başında anlattığım gibi, onun sesiyle ‘titreyip kendine dönmeyen’ Kürt neredeyse yoktur. Ama bu ona kendini merkeze koyma hakkı vermez. O milyonlara konser verdiği gibi, gerektiğinde 50 kişiye de konser vermeyi göze alarak daha dik durmayı da becerebilmelidir. Bu birikime de, bu ekonomik olanaklara da sahip biridir, Şivan Perwer. Hatta –olduğunu sanmıyorum ya- bu konuda Ak Parti’nin ya da devletin kendisini kullanacağı ve üzerinden prim yapacağı gibi bir kaygısı varsa, buyursun kendisine yakın düşünen kurumların desteğini alarak Türkiye’ye dönsün ve gerekirse yumurta yağmuru altında konserler versin. Ya da tam tersini yapsın, Diyarbakır Newroz’una katılarak bir milyon Kürde konser versin. O çizgide de devam etsin. Hiçbirini yapmaya yanaşmıyorsa, buyursun gelsin Türkiye’ye 200-300 kişiye bir resital versin, sonrasında geri dönsün ama Türkiye’ye geliş yolunu da kendine açsın. Bunca naz etmenin bir anlamı yok. Cesaretli davransın, Brüksel’de Arınç’la konuşacağına Ankara’da Arınç’la konuşsun. Ama bunları bir çizginin sahibi olarak yapsın. Yoksa geçmişte yaptığı gibi televizyona çıkacağım, aramı onunla-bununla iyi tutacağım diye yeniden bir gazeteye veya televizyona özeleştiri röportajları vermek zorunda kalabilir ki bu daha da kötü bir durumdur..
Sanatçılar dışında da ikircikli tutum takınan çok siyasetçi, yazar, edebiyatçı ve gazetecimiz oldu. İsimler üzerinde durmaya gerek yok, ama birileri tamamen Kürtçe kanallara bağlanarak büyük paralarla iş tutmaya hatta piyasa belirlemeye başladılar; birileri ise akşama kadar o kanaldan bu kanala gezerken Kürtçe kanallara ambargo koymaya başladılar. Elbet işin ortasını tutturan, eline çokça olanak geçmesine rağmen işin maddi boyutundan öte ahlaki boyutunu önemseyip Kürtçe kanallarda sadece kendi dillendirdiği sözün altına imza atacağını söyleyen az sayıda insanımız da olmadı değil. Bu son gruba girenlerin sayısı ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmiyor.
Bu netameli durumu artık aşmalıyız. Savunduğumuzun, yazdığımızın sahibi olmalıyız. Kehanetlerden öte inandığımız doğrultuda açık tutumlar alabilmeliyiz. Ve en önemlisi de, kendimiz gibi düşünmeyene hemen küfretmeye, tehdit etmeye kalkmamalıyız.
Birileri bizim gibi düşünmek zorunda değil. Birileri bizim inandıklarımıza inanmak, bizim biat ettiklerimize biat etmek zorunda değil. Bu o birilerinin katışıksız hakkıdır. Hele bizim gibi düşünmeyenlere karşı bel altı vuruşlarla yönelmek, ne bizim ne de yedi ceddimizin haddinedir. Türkiye’de ağzı bozuk, dili bozuk siyasetten en son etkilenmesi gerekenler Kürt siyasetçileri, Kürt aydın, yazar ve çizerleri olmalıdır. Kürt siyasetçileri, Kürt kalemşorları bu yönüyle Kürt gençlerine de örnek olmalılar.
Biliyorum, uzun oldu. Uzun yazıların sıkıcı olduğunun da farkındayım. Ama emin olun yazacak onca şey arasında o kadar kısa ki bunlar. İnsan geçmişi anımsadıkça, bugün yaşananları gördükçe, yazmadan edemiyor. Yazdıkça da konu konuyu açıyor ve uzuyor. Tarık (Ziya Ekinci) abi ile bin sayfayı aşan anıları üzerine konuştuğum bir söyleşide, “İnsan yaşlandıkça geçmişte yaşadıklarını daha iyi hatırlamaya başlıyor,” demişti. Sanırım ben de yaşlanıyorum ki dün ne yediğimi hatırlamazken, 30-35 yıl önce yaşadıklarımı neredeyse saat saat anlatacak durumda hissediyorum, kendimi.
Bir şeyi daha son olarak belirteyim. Eskiler, “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz,” demişler. Çok malım yok, ama çok lafımın olduğunu biliyorum. Bu yazdıklarımda yalan olacak bir şey yok. Sonuçta ağırlıkla yargılarımı, görüşlerimi dillendirdim. Benim açımdan en azından çok lafın yalanı değil de çok lafın sürçü lisanı olabilir. Şimdiden belirtmekte yarar var. Sürçü lisanımız varsa affola.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.